Liberal ekonomi politikalarını savunanların en çok dile getirdikleri meselelerden biri devletin adalet, eğitim, savunma ve birkaç kamu hizmeti haricinde tüm sektörlerden çekilmesi ve bu alanları özel sektöre bırakması hususudur.

Bunu öne sürerken de devletin bu alanlar harici üretim ve hizmette rol almasının  rekabetin getirdiği ilerleme ve gelişimi baltalayıcı tutumunun yanında özel sektörün önünü kesici bir güce dönüşmesini anlatıp bu durumun ekonomiden sosyal hayata, eğitimden demokratikleşme süreçlerine zararlarını sıralarlar. Kayırmacılığın, popülist politikalara hizmetin, kırtasiyeciliğin sebep olduğu problemler teker teker detaylandırılır ve devletin ne denli zararlı bir handikaba dönüştüğü ifade edilir.

Görece haklı oldukları yanlar da vardır aslında. Türkiye'nin 1970 ile 2000 yılları arasında yaşadığı süreç bunun en büyük kanıtıdır. Devlet sermayesi ile kurulan KİT'ler(Kamu İktisadi Teşebbüsleri), İDT'ler (İktisadi Devlet Teşekkülleri) ve KİK'ler (Kamu İktisadi Kuruluşları) kritik öneme sahip ürünlerin üretimi için kurulan, fakat gerek dünyayı okumayan yöneticileri gerekse siyasetin popülist yönlendirmeleriyle her daim zarar eden, yeniye dair hiç bir varlık ortaya koyamayan, zamanın gerisinde kalmış, sürekli zarar eden kurumlardı.

Yine de denkleme başka bir açıdan bakıldığındaysa meseleler hiç de öyle gözükmez. Çin örneği karşımızda duruyor. Huawei gibi yüzlerce şirketle üreten ve dünya teknolojisinde hızla ABD'yi geride bırakan Çin, kamu sermayesi ile nasıl bir devrim yapılacağının en büyük ispatı olarak karşımızda duruyor. Üstelik tek örnek o da değil. Devletin doğrudan sermayedar olamadığı, fakat ciddi yol açtığı ve sübvansiyonlar sağladığı son derece liberal ekonomilere sahip dünyanın birçok ülkesinde kamunun sahada neler başardığına/başarılmasına destek olduğuna şahidiz. Özel şirketlere sağlanan teşvikler ve liberalizmin ön açıcılığı ile Doğu Asya ve Batı ülkeleri bunların en güzel örnekleri.

İzmir İktisat Kongresi'nde ortaya çıkan, Türkiye'nin her ne kadar liberal ekonomi politikaları ile yol alma isteği olsa da sermaye yetersizliğinden ötürü bunu başarmanın mümkün olmadığı gerçeği, genç cumhuriyeti yatırımları devlet eliyle yapmaya yönelik bir zorunluluk koridorunda itmişti. Türkiye o dönemde gerçekten de ciddi bir mesafe katetmiş, özellikle idealist mühendislerimizin ve Alman coğrafyasında başlayan cadı avı sebebiyle ülkemize gelen, İstanbul ve Ankara Üniversitelerinde akademisyen yetiştirenlerin sayesinde büyük bir sıçrama yakalamıştı.

Sonrası malum. Demokrasinin çalışmasına ve millî bir sermayenin oluşmasına izin vermeyenler, bu ülkenin üretici motoru hâline gelecek sermaye sahibi sınıf olarak millî idealleri olan girişimcileri değil, kurucu zihniyetin devleti yönetme erkini ellerinde tutmalarına muhalefet etmeyecek, iş birliğine hazır, Osmanlıdan beri tam olarak bu çizgide duranların eline geçmesini sağladı.

Yani rejim değişmişti, ama sermaye yine Osmanlıda olduğu gibi millî idealleri olanların değil; kurucu gücün doğrudan emrinde olmasalar bile onların direktifleri ile yaşamaya alışkın olan yeni soyadlı, eski partnerlerin ve birkaç nesildir onların yanında ticareti öğrenmiş, dünyayı tanımış, Batı'nın dünya görüşü ile uyum sağlamayı başarmış, kendilerini onlardan sayan bir azınlığın eline geçmişti.

Sonuç olarak 2. Dünya Savaşı sonrası dünyanın dört bir yanında mühendislik ürünleri üzerinden büyük sanayi atılımları ve dolayısıyla sermaye birikimleri oluşurken Türkiye'de hâlâ sermaye bir avuç insanın elinde sıkıştı, can çekişti, çeşitlenemedi ve ülkenin kalkınma motoru hâline gelemedi.

Bu zinciri kırmaya çalışan ve Anadolu insanı üzerinden  millî bir sermaye birikimi oluşturmaya çalışan her girişim darbeler ya da farklı cezalandırmalarla engellendi. Yani sıkışmış hâldeki sermayenin sahipleri ile onları kontrol edilebilir kuşaklara dönüştüren güç arasındaki müthiş senkronizasyonla Türkiye'nin en az 50 yılı çalındı.

Hâl böyle olunca da 2000'lere kadar tenekeden arabalara binmeye, sobalı evlerde yaşamaya, bir uçak geçerken başımızı kaldırıp bir gün onunla seyahat etmeyi hayal etmeye, ev telefonunu bile lüks saymaya, çocuklara bir beden büyük alıp seneye de giydirmeye, kendi benliğinin inkâr ettiği birçok değerle yaşamanın yanında tarihini ve değerlerini reddetmeye zorlanan en az üç nesillik çok uzun bir çile dönemine katlandık. Kendi adıma ifade etmem gerekirse sadece sonlarına yetişmiş olsam da gerçekten inanılmaz derecede saçma sapan bir tarih aralığıydı...

Tüm bunlara rağmen gün geldi Türkiye kabuğunu kırmayı başardı. Anadolu sermayesinin gücü, iradesi, inancı ve inovasyonu, milletin yıllardır görmezden gelinen değerlerini savunan hareketlerle bir olup çok sayıda başarısız denemeden önemli dersler çıkarmak suretiyle kazandığı tecrübe ve azim sayesinde yarım asırdır acımasızca dönen çarka çomak sokmayı başardı. Türkiye 10 yıl gibi kısa bir sürede âdeta kuantum sıçraması yaşadı. Tüm dünyada kapılar bir anda açılmaya ve uzun zamandır mücadele hâlindeki bu gücü tanımaya, iş birliği yapmaya ve yol arkadaşlığı etmeye açık hâle geldi. Bu gerçekten cumhuriyetin kuruluş sürecinden sonra yaşanan en büyük atılım, en büyük fırsat ve tartışmasız en büyük icraat dönemiydi.

Lakin tam da işler optimum başarı düzeyine ulaştığında başka bir problem gelip çattı. Ülkenin bu kalkınma başarısına binaen oluk oluk para ve yatırım akmasına rağmen tüm bu süreçlerden marjinal fayda noktasında verimi sağlayacak ve bunu yaparken de aynı hedefe kilitlenecek beşerî sermaye stoku yetersiz kaldı. Yanlış anlaşılmasın  yeterli sayıda kaliteli insan kaynağı vardı, fakat idealler açısından aynı yolda yürümenin imkânı bu süreç esnasında ortadan kalktı. Böyle olunca da beşerî sermaye yokluğu maddi sermaye yokluğundan çok daha büyük bir problem olarak karşımıza çıktı. Çünkü para kadar bulunması kolay bir iş değildi. Yeterli birikime sahip kalifiye insan üretmek ortalama 20 sene gibi, her dakika değişen dünyamızda müthiş bir zaman sermayesi gerektiriyordu.

Böyle bir sıkışmışlık karşısında, II. Dünya Savaşı sonrası enkaz yığınına dönen Almanya için Alman generalin Amerikalı bir generale verdiği: “Taş taş üstünde kalmadı, doğru; fakat üniversitelerimiz ayakta.” cevabını verebilecek tarzda bir üniversite zenginliğimiz de yoktu.

Üniversite sayısı olarak değil tabi ki, kalifiye akademisyenler, iyi yetişmiş mezunlar olarak...

Ülkenin önde gelen üniversitelerinden mezun olan çocuklar gençliğin ve 21. yüzyılın sosyal şartlarının verdiği heyecanla bu resmin içinde ya yer almak istemediler ya da beşerî sermaye açısından doğru hesaplama yapamayan bir kısım orta düzey yöneticilerin hatalı düşünsel reflekslerinden kaynaklanan insan kaynağı tercihinde kriter hataları yüzünden isteseler de resme giremediler. Tercih edilenlerle de kendilerini karşılaştırdıklarında büyük bir haksızlığa uğradıklarını düşünüp her şeyden soğudular.

Kimisi karşısındaki tabloyu düşmanlaştırdı, kimisi ise kimliğini oluşturan öz benlik özellikleri sebebiyle kendine yer bulamadığı bu insan kaynağı havuzundan sessizce uzaklaştı.

Zaman ilerledikçe ve resimde yer bulamayanlarla resme girmek istemeyenlerin en değerli kısmı ülkemiz açısından en büyük kaybı doğuracak aksiyona yöneldi. Ülkeyi terk etmeye başladılar. Binlerce yetişmiş insan ki bunların içinde hiç de hafife alınmayacak kadar stratejik kurumlarımız da çalışıp önemli kritik bilgiler edinmişler de var, Batı'ya ve Uzak Doğu' ya göçtüler. Sadece Hollanda 800 civarı özel projelerde çalışmış mühendisimizi alıp götürdü. Daha bunun doktoru, finansçısı, avukatı vs. kısmı var.

Yıllarca mücadele edip surda delik açan millî sermaye, tam da dünyayı değiştirecek ürün ve hizmetlerle ekonomimizi ilk 10'a taşıyabileceğimiz  bir dönemeçte ve yeni bir kuantum sıçraması öncesinde beşerî sermaye açısından ciddi bir yara aldı. Almaya devam ediyor.

Acil toparlanmamız lazım. Bu seçimde oy kullanacak 5 milyon gencin gönlünü almalı, onlara hızla değişen dünyanın standartlarında hatta daha da üstünde bir gelecek vadetmeli, bu konuda ciddiyetimizi göstermek için meseleye hakim olduğumuzu ortaya koyacak ciddi sunumlar yapmalı, yola birlikte devam etmek için onları ve aramızdan ayrılanları ikna etmeli, bilimi baş tacı etmeli, liberalizmi diline dolayıp rant ekonomisinin meyvelerini yemede ısrar edenleri oyundan çıkarmalı, devletin teknoloji ve üretim için tüm maddi sermaye gücü ile hazır olduğunu ilan edip bu sermaye gücüne ulaşmada sonsuz destek verileceğine dair söz vermeli, başrolde mühendislerimizin olacağı yeni dünyayı katma değerli ürünleri ile altüst edecek bir Türkiye için elimizi gençlere, onları birer star olarak yetiştirecek  akademisyenlerimize ve tabi ki üniversitelerimize uzatmalıyız.

Dünyayı değiştiren, liberal ya da sosyalist politikalara tabi ülkelerin tamamına baktığımızda tüm teknolojik gelişmelerin önce akademide/küresel şirketlerin AR-GE’lerinde devlet için, devlet eliyle veya teşviki ile geliştirildiğini, ardından serbest piyasa aracılığı ile insanlığa sunulduğunu görürüz. ABD ya da Çin fark etmez tüm ekonomilerde bu süreç böyle işler. Büyük ekonomiler iyi üniversitelerin ve onlarla geliştirilen ileri teknolojilerin çıktısıdır. Dünyanın en büyük sektörlerinin tamamı üniversitelerin ya da onlarla senkronize çalışan ARGE merkezlerinin buluşları ile gelişen ve sermayenin desteği ile yayılıp zenginlik oluşturan sektörlerdir.

Artık devlet, sermaye ve üniversiteler, gençlerle ele ele verip rakiplerimizin yaptığı gibi dünyayı değiştirecek katma değerler üretmek için bir araya gelmeli, siyasetin bir numaralı meselesi de bu teknoloji yarışında geri kalmamak için gereken atılımları yapmak ve önlemleri almak olmalıdır. 

Türkiye'nin ve millî sermayemizin daha başaracağı çok büyük işler var...