Yazıya bir hikâye ile başlayacağım:

İskenderiye’de bir Ekim akşamı, tarih 1911. Kentte sıradışı görünen bir durum yoktu. Gündüzün kavurucu sıcağı, yerini Akdeniz’den esen tatlı bir serinliğe bırakmıştı. Her zaman olduğu gibi, karanlığın artmasıyla birlikte devriye gezen İngiliz inzibatların sayısı çoğaldı. Bunlardan biri, hastanenin bulunduğu sokakta kaldırıma oturmuş, küfür ederek çember kepinin sağını solunu bastırıyordu. Kafasına koyduğunda kayıp düşüyordu meret… Bu sırada bir faytonun ağır ağır yaklaştığını gördü. Yamuk kepi hızlıca tepesine yerleştirip ayaklandı. Fayton tam önünde durdu.

Ecnebi asker, olan biteni anlamaya çalışırken faytondaki Arap kıyafetli iki kişi çevik hareketlerle yola indi. Biri, yamuk kepli askere yönelip “Hastamız var” dedi. İngiliz, kim olduklarını ve belgelerini sordu. Arap, kafa kâğıtlarını uzattı. Aldı, baktı: “Nuri… Ne iş yapıyorsun?”, “Mühendisim”, “Ya arkadaşların?”, “Onlar gazeteci. Adları Cemil ve Mustafa Şerif… Şerif İstanbul’daydı, gemide üşütmüş, ateşi var”. Belgeleri dikkatle inceleyen ecnebi dölü her an bir aksilik çıkaracak gibiydi. Cemil müdahale etmek niyetiyle yaklaştı. Bu sırada askerin yamuk kepi kayıp yere düştü. Söylenerek yere eğildi. Şerif olan biteni içeriden izliyordu. Hasta haline rağmen gülmemek için kendini zor tuttu. “Tamam” dedi inzibat, kepiyle öteyi işaret ederek “Hastanızı içeri taşıyın”.

GAZETECİ ŞERİF

15 Kasım 1911… Yaklaşık bir ay önce İskenderiye’deki bu hastaneye getirilen –kafa kâğıdına bakacak olursanız- Mustafa Şerif’in durumu artık iyiydi. İştahı yerinde, geceleri ateş nöbetleri geçirmiyor ve kendisini oldukça güçlü hissediyordu. Bugün yarın taburcu olacak gibiydi. Dar penceresinden, Mısır’a varmak için zorluklarla aştığı Akdeniz’i seyrediyordu. Şimdi bu suları Libya’yı zapt etmek için İtalyanlar canları istedi diye aşıyordu. Asırlar boyu kimseye denizlerde göz açtırmayan Devleti Aliyye, artık bir askerini bile… Düşüncelerini kapısını tıklatan bir el durdurdu. “Müsaitim, içeri gelin”. Kapı aralığından kendisine meraklı gözlerle bakan çocukluk arkadaşı Fuat’ı gördüğünde, sağalmasının üzerine bir mutluluk nedeni daha eklendi. Yüzünde tebessümüyle Fuat, sessizce içeri girdi. Kapıyı kapattı. Arkadaşına baktı: “Yüzbaşı Mustafa Kemal…” dedi, “İyi görünüyorsun.”

Fuat’ın her şeyden haberi vardı. Eylül ayında İstanbul’a; Genelkurmay’da bir göreve tayin edilen Yüzbaşı Mustafa Kemal, İttihat ve Terakki Cemiyeti ileri gelenleriyle arası açık olduğu için Harbiye Nazırı Mahmut Şevket Paşa ile anlaşamıyordu. Kendisini göstermek istiyorsa sahada olmalıydı. Başkentte bekledikçe kuruyup gittiğini düşünüyordu. 4 Ekim’de İtalyanlar Trablusgarp’a çıkarma yapınca Mustafa Kemal bölgeye gitmek istedi. Enver de oradaydı. Fakat asker kimliğiyle Libya’ya varması mümkün değildi. Denizlerin hâkimiyeti elden gitmişti. Mısır da İngilizler’in işgalindeydi. Gazeteci Mustafa Şerif takma adı ve sahte belgelerle İskenderiye’ye geldi. Dikkat çekmemek için Arap gibi giyinmişlerdi. Fakat hastalandı ve arkadaşları tarafından bir süredir tedavi gördüğü bu hastaneye taşındı.

‘TUTUKLUSUNUZ!’

1 Aralık 1911… Libya’ya açılan çölün doğu ucundaki tren istasyonunda Mısırlı bir subay, gelip giden yolcuları incelerken her zamankinden daha dikkatliydi.  Birazdan trenden inecek olan gazeteci Mustafa Şerif ve arkadaşlarını tutuklama emri almıştı. Arap kıyafetlerine rağmen beyaz tenlerinden direkt Türkler’i tanıdı. Beş kişiydiler. Alışıldık bir bedevinin aksine yürüyüşleri dik ve hareketleri de bir kedi gibi çevikti; en önemlisiyse tenleri, beyazdı. Mısırlı subay beş Türk’ün karşısına dikildi. Bu sırada üç asker daha geldi. Subay belgeleri istedi. Mustafa Kemal uzattı. Hiçbirinin aklından tutuklanma ihtimali geçmiyordu. İskenderiye’de geçen günleri rahat ve tehlikesiz atlatmışlardı. Hatta bir ara Fuat ile Nuri Kahire’ye gezmeye bile gitmişti. Mustafa Kemal artık Piramit hatırası dinlemek istemiyordu. Aniden, “Tutuklusunuz” dedi Mısırlı subay.

Arap askerler Türkleri kollarından çekerek loş ve çölün sıcağından da sıcak bir barakaya götürdü. Şimdi küçücük bu odada sekiz kişiydiler. “İngilizlere istihbaratı kim vermiş olabilir?” diye, cevap beklemeksizin öylesine bir soru attı ortaya Nuri. Hepsi dalgın bir halde Mısırlı subayı bekliyorlardı. “Ben öğreneceğim” dedi Mustafa Kemal. Subay içeri girdi. Sahte olduğunu anladığı belgeleri masaya bıraktı. Oturdu. “Evet…” dedi, bakışlarını Türklere yöneltip “Libya’ya neden gidiyorsunuz?” diye sordu. Lafı hiç dolandırmadan “Harbe” dedi Mustafa Kemal. Bu açık sözlülük Mısırlı subayı hem sevindirdi, hem de etkiledi. İtalyanların çölün diğer ucunda neler yaptığından haberdardı. Ama yine de “Ne harbi?” diye sordu. Soruyu “Bizi bırak” diyerek yanıtladı Mustafa Kemal: “Din kardeşlerini zora sokma. Kimden emir aldıysan, Arap kıyafetleri nedeniyle Türkler’i seçemediğini söyle.”

ŞEYHLERLE İTTİFAK

Trablusgarp’ta durum iç açıcı değildi: Harb ihtimali düşünülmediğinden bölgedeki tümen Yemen’e sevk edilmişti. İaşe sağlanamıyor, yolların zapt altında olması nedeniyle de asker sevk edilemiyordu. Birleşmesini tamamlamış İtalyanların koloni iştahı kabarmış, Cezayir Fransa’da; Mısır İngilizler’de bulunduğundan Libya’yı hedef seçmişlerdi. Gel gör ki İtalyanların emelleri öngörülememişti. Hazırlıksızlık nedeniyle gönüllü Türk askerleri, bölgeye türlü engelleri aşarak gidebilmişlerdi. Türk kolağaları tren istasyonundaki tehlikeyi atlattıktan sonra çölde tam 8 gün yürümüş, sınırda bir tutuklanma tehlikesi daha yaşamışlardı. Nihayet Türk karargâhına vardıklarında, tek çarenin yerel halkı teşkilatlandırmak olduğunu anladılar.

Mustafa Kemal, Arap önderleriyle görüşmelerde bulundu. Bazı şeyhleri ve Sünusîleri teşkilâtlandırmak için Calu’ya hareket etti, buradan topladığı yerli kuvvetleri Bingazi ve Trablus’a sevk etti (Hamdi Ertuna 1911-1912 Osmanlı İtalyan Harbi ve Kolağası Mustafa Kemal). Trablusgarp’ta şeyhler ve aşiret reisleriyle toplantılar yapılıyor ve düzensiz kalabalık teşkilâtlandırılmaya çalışılıyordu. Bunların bir kısmına din kardeşim diye hitap eden Türk askerleri, Müslümanları kâfirlere karşı savaşmaya çağırıyordu (Lord Kinross, Atatürk, Bir Milletin Yeniden Doğuşu). Hilafete candan bağlı yerel halkın kendi etraflarında toplanmaları ve onların kısa sürede eğitilmeleri ile İtalyanlar durduruldu. Bir kilometreden fazla giremediler içeri (İlber Ortaylı, Mustafa Kemal Atatürk).

ARAP DEDİĞİN…

İlber Ortaylı, Trablsugarp savaşındaki Türk Libya dayanışması, Türk-Arap tarih yazımındaki naif yöne kanıttır der. Birkaç yıl sonra alınan Kut’ül Amare zaferinde de Kut ahalisinin ‘ordumuzun 5. kolu gibi hareket ettiğini’ belirtir. Şerif Hüseyin isyanının sadece ‘Şerif Hüseyin isyanı’ olduğunu söyler ve ‘Arap isyanı’ adlandırmasının yanlış bir terminoloji olduğu konusunda uyarır. Arap (ve Kürt) coğrafyasında Osmanlı hâkimiyeti üzerine çalışmaları olan Jane Hathaway da tarihten gelen bu ittifakın modern Ortadoğu’nun temellerini oluşturduğunu ve 400 yıllık hakimiyetin ‘işgal’ kelimesi ile açıklanamayacağını Türkçe’de de yayımlanan çalışmalarında kanıtlar. Özetlemek gerekirse: Ortada motivasyonu İslam ve hilafete bağlılık olan bir ‘gönüllülük’ vardır. Üstelik bu ‘gönüllülüğü’ yukarıda hikâyeleştirdiğim gerçek hadisede de gördüğünüz gibi 1923’te Cumhuriyeti ilan eden kadro da göstermiştir. Tarihtir bu.

Türk-Arap ve Kürt ittifakını bugün de Suriye’nin kuzeyinde görüyoruz. Bu ittifakın konjonktür gereği olduğunu ve hatta suç olduğunu düşünenler var. Kimisi milletvekili, hatta eski konsolos. Bölgede çalıştıkları için Özgür Suriye Ordusu’nun terörist olduğunu çok iyi biliyorlarmış. Ama o Musul’da çalışmadı mı? Olsun, hepsi Arap. Sorsan, Arap dediğin ya haindir ya terörist. 1911’de yaşıyor ve görevde olsaydı Mustafa Kemal’in de bir takım irticai faaliyetlerle Müslümanları kışkırttığını ve terörist Sünusilerle ne işimiz olduğunu söyleyecekti. “Atatürkçüyü”z diyorlar Atatürk’ten haberleri yok. Türk’üz diyorlar Türk tarihinden haberleri yok. Musul’da konsolosluk yapıyorlar Araplardan haberleri yok. Arap ve Kürt, bir Suriyeli’yi elinde Türk bayrağı ile işgalcilere karşı cepheye iten geçmişe şöyle bir iki kitap açıp bakma tenezzülünü göstermiyorlar. Afrin’de tarih tekerrür ediyor, hepsi bu…