İtalyan düşünür ve edebiyatçı Umberto Eco, 2004’te Bologna Üniversitesi’nde gerçekleşen bir konferansta konuşmasına “Biraz sonra söyleyeceklerimi söylemeye değecek mi bilmiyorum, çünkü beyni sulanmış bir aptal kitlesine sesleneceğim!” diyerek başladı.

Büyük bir zekâdan ve bilgi birikiminden faydalanacağını düşünen dinleyiciler, o an neye uğradıklarını şaşırmış olmalı. Tabii Eco, konuşmasının devamında bunun bir ‘retorik’ (Captatio Maloventiae), amacının da seyirciyi rahatsız ederek dikkat çekmek olduğunu açıkladı. Zira konferansın konusu, Baskı Retoriği’ydi.

DESPOTLARIN BAHANESİ

Peki, baskı retoriği nedir, Eco’dan faydalanarak kısaca açıklayalım: Gücünü kötüye kullanmak için haklı gösterme çabası. Bir tür ikna etme yöntemi yani. Örnek: Avusturya’nın ‘veliaht prens öldürüldü’ gerekçesiyle savaş ilan etmesi. Hitler’in ırkçılığını Alman felsefesine yaslaması. Mussoli’nin Etiyopya işgaline gerekçe olarak ‘Çünkü biz büyük sanatçılar yetiştirmiş bir milletiz’ yanıtını vermesi…

Tabii bunlar ilk akla gelenler. Eco, baskı retoriğinin kurnazca bir yolunun olduğunu da söylüyor: Başkalarının üzerinde gücümüzü uygulama hakkımız vardır çünkü biz varolan en iyi yönetim biçimine sahibiz. Tarihten de bir emsal veriyor: Peloponnesos Savaşı öncesi Atinalı Perikles’in yaptığı konuşma. Atinalılar demokrasileri, donanma güçleri ve İran’a karşı aldıkları galibiyetleri nedeniyle Milos Adası üzerinde hakları olduklarını iddia ediyorlar. Yani hesapta karşı tarafı kendileriyle taltif ediyorlar.

BATI BİRLEŞİRKEN DOĞUYU AYIRIR

Batı, işte bu Yunan mirası üzerine kuruludur. Roma hukuku, Fransız devrimi ve Antik Yunan mirası, Batı dünyasının kabul ettiği başlıca ilkelerdir.

Doğu; mezhep, ırk, siyasi görüş, memleket vs. üzerinden ayrışacak bahane ararken, Batı köklerine iner ve ‘ortak’ ilkeler arar. Amerika ‘Birleşik’ Devletleridir. Avrupa ‘Birliğidir’. ‘Birleşik’ Krallıktır. Batı, öteki’nin geleneğini ‘geri’ ilan edip ‘modernleşmesini’ beklerken, kendisi geleneğin önemini bilir ve etrafında kenetlenir. İngiltere Başbakanı Theresa May’in seçildikten sonra ilk iş Kraliçe’nin önünde eğildiği an’ı hatırlayınız.

Baskı retoriğine dönelim… Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un Suriye müdahalesi hakkında konuşurken “Türkiye ile Rusya’nın arasını açmayı başardık” demesi dikkatinizi çekmiştir. Bu açıklamadan kısa süre önce ABD’nin BM Temsilcisi Nikki Haley, kimyasal gerekçesiyle ülkesinin Suriye’de bulunmasının ne kadar gerekli olduğunu anlatıyordu. Trump geçen hafta “çekiliyoruz” demişti çünkü. İsrail’den de Astana yerine Cenevre’nin daha önemli olduğunu ispat eden demeçler geliyordu! Bunlar malumun ilanıdır: Çocukları korumak baskıcının retoriğiyken; asıl sebep İsrail’i korumak, Ortadoğu işgalini sürdürmek ve ‘Doğulu müttefikleri’ ayırmaktır.

ZALİME MUSALLAT EDİLEN ZALİM

ABD bugün Venezuela’ya ilaç ihracatını yasaklıyor, sebebi ‘diktatörlük var’. Filipinler’e ambargo uygulanıyor, gerekçesi ‘uyuşturucu kaçakçılarına iyi davranılmıyor’. Türkiye’ye AB vizesi söz verilmesine rağmen yasak kalkmıyor, nedeni ‘terörle mücadele ölçüsüz’. Ortadoğu’nun kadim kentleri yerle bir ediliyor, sorarsanız ‘DAEŞ ile savaşılıyor’. Biz de ikna oluyoruz. Bush’a kalsa Saddam Bağdat’ta çok tehlikeli kimyasallar saklıyordu. Müdahalenin adı da ‘Barış Harekatı’ydı.

Esed’in zalimliğinden ve elinde imkân olsa Suriye’de geri kalan insanları da teker teker öldüreceğinden şüphem yok. Bunun tartışma konusu yapılması bile komik. Fakat müdahaleyi gerçekleştiren Batı’nın daha sinsi ve bu yüzden tehlikeli despotlar yetiştirdiğini, zalimliklerini kurumsallaştırdıklarını ve demokrasi/hukuk gibi maskeler ve az önce örnek verdiği retoriklerle ikna konusunda daha yetenekli olduklarını iddia ediyorum. En fazla diyeceğimiz şudur: Allah zalimin üzerine bir başka zalimi musallat eder.