Bir gün insanlık merhameti de hepten kaybedecek ve çok arayacak ama ne olduğunu, nasıl bir şey olduğunu hatırlayamayacak bile.

Kaybettikçe kaybediyoruz.

Neyimizi kaybetmedik ki?

Önce kavramlarımızı kaybettik. Aslında çalıp değersizleştirdiler. Bir kısmını da biz bozduk, yozlaştırdık.

Ardından merhametimizi, insafımızı, izanımızı, ferasetimizi, adalet duygumuzu, sevgimizi, fedakârlık ve faragâti, dayanışmayı, aileyi, gelecek nesilleri, yavrularımızı…

Ne diyordu Akif: “Hüsrâna rıza verme… Çalış… Azmi bırakma; / Kendin yanacaksan bile, evlâdını yakma!”

“Asla alışmayız” dediğimiz ne varsa onlara da alışıyoruz. Kaybetmediğimiz ya da kaybetmemize ramak kalmış neyimiz varsa kurtarıp sahip çıkabilir miyiz? Kurumaya yüz tutmuşları yeniden canlandırabilir, diriltebilir miyiz?

Felaketler davul-zurna çala-çala gelirken en acısı, en kahredicisi ne biliyor musunuz: Her şeyi görmemize, bilmemize rağmen kimsenin kayda değer şeyler yapmayışı. Kabul edin ya da etmeyin hepsinin vebali boynumuzda.

Varken, sahip iken kıymet bilmeyişin bir karşılığı, bir bedeli yok bu dünyada. Yaşananlar ise tam olarak karşılığı sayılmaz. Asıl hesap gerçek âlemde.

Herkes insafını/merhametin kaybetse de, dünya da herkes menfaati için en yakın arkadaşlarını dahi satsa da, zulüm dünyanın dört bir yanını kuşatıp insanlar birbirlerini yok yere cehennemim dibine sokup çıkarsa da; en önemlisi de sevdiğimiz, değer verdiğimiz dost ve arkadaşlarımızdan gelse de çıktığımız kutlu yolda yapayalnız kosalar ve yiyecek bir lokma ekmeğimiz kalmasa da duruşunu bozmayacak nadir insanlar var olmak zorunda.

İnsanlar yok yere, çocukça bile sayılamayacak meseleler yüzünden birbirlerini yerken zulüm dünyanın dört bir yanını sarmış; arkadaşlar dahi menfaat için birbirini satarken yeni türeyen ulu din bilginleri (!) ellerine aldıkları damga ile “bu cennetlik, bu cehennemlik, bu müşrik, bu fasık vs. vs.” diye damgalamaya fasıla vermeden devam ediyor.

Takılıp kalmayın; değer verdiğiniz insanın size değer vermeyişi, sevdiğiniz insanın bunu görmezden gelişi bugüne has değil. Bu dünyada istediğimiz manada mutlu olamayacağız. Bu dünyaya öylesine mutlu olmak için gelmedik.

Anlamsızlıklara, anlaşılmazlıklara, kaybettiklerimize alışmamak en önemlisi. Şuur ve azmimizi diri tutmamız gerek. Bu böyle gitmemeli. İnsanlar bu kadar duygusuz ve duyarsız olmamalı, tepkisiz kalmamalı.

Gözyaşlarımız oluk oluk aksa da, günlerce-aylarca ağlamaktan göz pınarlarımız kurusa da bizi günahlarımızdan arındırmak için kâfi gelmez. Fakat bu durum yapmamız gerekenlere mani değil.

Susarak üstesinden gelinmiyor bazı şeylerin. Terk edip gitmek de çare değil; gitsen de unutulmuyor Giderek de kurtulmak mümkün değil. Sen bir yerlerden ayrılıp gitsen de geride bıraktıklarının ayak sesleri seni hiçbir zaman yalnız bırakmayacak. En ummadığın anlarda kulaklarına yapışacak.

Hiç hatırlamak istemedikleri ise en zayıf anında, en zayıf yerinden yakalayıveriyor insanı. Herkes ufku kadar görebilir bazı şeyleri. Kimin için, ne için yaşadığın hatırlamak önemli.

“Birlikte savaşacak insan kalmadı” tabusunu yıkalım artık. Yetmez mi bunca kaybettiklerimiz?

Kaybettiğimiz, çalınan ya da değersizleştirilen neyimiz varsa hepsini yeniden kazanmaya bakmanın tam da vakti.

Merhum Akif’in de dediği gibi:

“Evler tünek olmuş, ötüyor bir sürü baykuş… / Sesler de: ‘Vatan tehlikedeymiş… Batıyormuş! ‘

Lâkin, hani, milyonları örten şu yığından, / Tek kol da yapışsam demiyor bir tarafından!

Sâhipsiz olan memleketin batması haktır; / Sen sâhip olursan bu vatan batmayacaktır.”

Hadi el verin omuz atın; göreceksiniz kaybettiğimiz, çalınan ve değersizleşen ne varsa hepsini geri kazanacağız. Hiçbir şeyi tam olarak başaramasak bir en önemlisi Rabbimizin (cc) rızasını kazanacağız.