Bir milleti, yeni bir gelecek inşa etme konusunda motive eden en önemli şeylerden biri “aşağılanma” duygusudur.
Aşağılandığını düşünen bir millet bütün enerjisini, bu aşağılanma duygusundan kurtulmak üzere organize etmek ister ve o yönde de harcar.
Yeni bir devletin kurulma sürecinde de aynı kaynak vardır.
Milletler, kendisini bu aşağılanma duygusundan kurtaracak bir lideri de yakaladığında onun arkasında saf tutarlar ve bu uğurda canlarından bile geçerler.
Burada tam olarak neyi kastettiğimi örnekler üzerinden de ifade edeyim.
Birinci Dünya Savaşı’ndan yeniklerin safında çıkan Osmanlı’nın, pek çok toprağının İtilaf Devletleri tarafından imtiyaz alanlarına bölünmesini -görece- yaklaşık altı aylık sessiz bir dönem izler.
Dünyanın büyük güçlerine yenilmiş olmak, büyük bir devletin ve devletsiz kalmamış bir milletin bir dereceye kadar anlayabileceği bir şeydi.
Bu elbette her şeyin kabul edildiği anlamına gelmiyor.
Zira “Kuvâ-yi Milliye” çalışmaları, toplanan kongreler bunun en önemli göstergesidir.
Fakat en büyük enerji; Türk milletinin savaşta hiçbir katkısı olmayan ve çok yakın bir zamanda kendilerinden bağımsızlığını ilan etmiş bir Yunanistan ile karşı karşıya getirilmesi, büyük bir aşağılanma duygusuyla karşılanmıştır.
Bu duygu bir anda Anadolu’yu derin bir yenilgi uykusundan uyandırmaya yetmiştir.
Sonrasında yaşananları hepimiz biliyoruz zaten.
Yine benzer bir algılama Filistin’de yaşandı.
İngilizler tarafından işgal edilen Filistin, savaşta hiçbir katkıları olmayan Yahudilere bırakıldığında hissettikleri aşağılanma, Filistinlerin uyanışına vesile oldu.
Mücadele hâlâ ağır, kanlı ve şiddetli olsa da aşağılanmayı kabul etmeyen Filistinliler, Hamas’ın ardında güçlü bir direniş sergilemeyi sürdürüyorlar.
Türkiye’nin Batı karşısındaki hikâyesi de benzer bir seyir izliyor aslında.
Avrupa Birliği sürecinde Türkiye’ye karşı takınılan tavır, “bir milleti aşağılama”, “küçük görme”, “ötekileştirme” üzerine inşa edildi ve hâlâ da böyle devam ediyor.
Özellikle 1946, 1947’den sonra Marshall yardımları ve Truman Doktrinleriyle bir uydu hâline getirilen Türkiye, halkının kahir ekseriyeti tarafından bir aşağılanma olarak algılandı.
İçine sızılan ordunun desteği ile ayar verilen iktidarlar, çoğu zaman halktan kopuk bir dünyada vesayet uyguladılar.
Bu vesayetin odağında da ne yazık ki çoğu zaman CHP vardır.
Sanılanın aksine bugün, milletin CHP’ye olan karşıtlığının altında işte bu derin “aşağılanma” duygusu vardır.
Milletin pandemi, savaş ve sonrasında gelişen derin ekonomik sıkıntılara rağmen Erdoğan’ın arkasından gitmesinin en önemli sebebi, aynı aşağılanmayı bir daha yaşamak istemeyişidir.
Sayın Erdoğan, son Almanya ziyaretinde milletinin kendisine neden bu kadar güvendiğini bir defa daha göstermiş ve bütün milletin onurunu yücelten çok yüksek bir duruş göstermiştir.
Âdeta ikinci “Davos” olarak nitelenen o çıkış, bu milletin 70-80 yıllık aşağılanmasına karşı güçlü bir haykırıştı.
Holokost depresyonunu üzerinden atamamış bir Almanya’nın başbakanının yanında ve onun ülkesinde, “Biz bir Holokost cenderesinden geçmedik. İsrail’e borçlu değiliz.” demek, bu milletin, hayalini ancak Erdoğan ile kurabileceği bir duruştur.
Bir millet, itibarı ve onuru ile yaşar; ekmek ve su kadar değerlidir bu hakikat.
Bazen ekmekten ve sudan bile vazgeçebilir; hatta hayatından bile.
Tıpkı bugün, su yerine sıvı yağ içen, canını ortaya koyan Gazze’deki kardeşlerimizin, Millî Mücadelede’de bu milletin yaptığı gibi.
Ve en son 15 Temmuz Destanı’nda olduğu gibi.
Her şeyden geçilir ama onurdan, izzetten ve hürriyetinden vazgeçilmez işte…