Son günlerde yaşadığımız Türk Lirası karşısında döviz operasyonu, kalkınmada bir gerçeği gözler önüne serdi: Eğer ekonominiz bilim temelli ve buluş esaslı değilse, kırılgan yapıda kalacak ve dış müdahalelere açık bulunacaktır.

Bu yazımızda kalkınmada ihmal edilen anahtar noktaya dikkatleri çevireceğiz.

Bu tür kriz ve korkularla yaşama döneminin sonunu nasıl getirebiliriz? Bilimsiz kalkınma modelleri; teknoloji üretme yerine parayı basınca teknolojiye sahip oluruz anlayışının ülkeye faturası hep yüksek oldu.

Dikkatle baktığımızda Dünyanın ikiye ayrılmış durumunu görebiliriz. Bir yanda teknolojiyi üretenler… Diğer yanda “tüketen” sömürülen ülkeler: Üreten ülkeler Dünya nüfusunun yüzde onu kadar olduğu halde bilimin gücünü kullanarak diğer ülkelerin sırtından geçiniyorlar.

Müslüman dünyasının tamamı böyle sömürgeleştirildi. 18. yüzyılda ticari emperyalizmin acımasız saldırısıyla karşı karşıya kalan Müslüman ülkeler, savunmasız yakalanmışlardı.

Her şey planlı gidiyordu. Modern silahlar moral üstünlük sağlıyor; telgraf, buharlı gemi, ucuza mal edilen sanayi ürünleri, satış ve pazarlama yöntemleri, güce güç katıyordu.

Savaş meydanlarında cihat ruhuyla ölümüne karşı koymaya çalışıyorlardı Müslümanlar. Ancak netice alınamıyor, her seferinde hüsrana uğruyor, imha ediliyorlardı. Çünkü “delikli demir” çıkmış mertlik bozulmuştu. Batı’nın bilim ve teknolojideki üstünlüğü Müslümanlar’ı sömürge valilerinin insafına bırakıyordu.

“Bilimin gücünü” ne yazık ki Batılılar diğer toplumları sömürmek ve onları müstemleke hale getirmek için bir silah olarak kullandılar. Kendi aklının sahibi ülke olmalarını engellemek için eğitime el attılar. Amaç insanları tüketici konuma indirmek ve kapitalist sistemin gönüllü köleleri haline getirmek. Mesleklerin ve üretimin yok edilmesi için her türlü hileye başvurdular.

Müslüman ülke hükümetleri, yine Batılılarca oluşturulan ve ayrıştırılan kimliklerine bakılmaksızın, (laik, milliyetçi, İslâmcı, liberal, sosyalist) Batıda yazılan senaryolara göre alaşağı ediliyordu.

Türkiye’de 1960 ihtilali ve Menderes’in idamı ve sonra 1971 ve 1980 darbeleri, arkasında 98 post-modern darbesi (28 Şubat süreci)… İran’da 1959 Musaddık olayı, Pakistan’da Zülfikar Ali Butto’nun 1977’de devrilmesi ve arkasından1979’da idamı, Irak lideri Saddam Hüseyin’in 2003’de devrilmesi ve 2006’da idamı hep bu senaryoya göre yürütüldü. Libya lideri Kaddafi’nin 2011’de devrilmesi ve linç edilerek öldürtülmesi, Mısır’da Cumhurbaşkanı Mursi’nin 2013’de devrilip tutuklanmasını da bunlara ekleyelim.

Ta ki 15 Temmuz darbe teşebbüsüne kadar planlar hep sömürü düzeninin hakimlerinin istediği doğrultuda gerçekleşti. 15 Temmuz darbe planın bozulması onları çılgına çevirdi. Şimdi tüm hatları ile saldırıyorlar.

 

Müslüman ülkelerin liderleri, Batılılar’ın Bilim ve teknolojiden aldıkları gücü gördükleri halde bilime sarılıp “En az senin kadar güçlü olacağım” kararını veremiyorlar. Çünkü onların neyi düşünecekleri ne yapacaklarına tasmasını elinde tutan Batılı efendiler karar veriyor. Yukarıda bazı örneklerini sunduğumuz gibi, müstemleke valisi gibi hareket etmeyenlerin akıbetleri malum.

Türkiye’nin son yıllarda “köle düzenine” karşı tavrı Batılı Efendileri çileden çıkarıyor.

Peki Ülkemizde başlayan bu tarihi ve soylu “bağımsızlık harekatının” sağlam temellere dayanmasında “eksik” kalan nedir?

İçerideki işbirlikçilerinin marifeti ve dış odakların desteği ile yürütüldüğü anlaşılan son döviz operasyonu bir kere daha gösterdi ki, bunca gelişmeye rağmen ekonomi hala kırılgan ve kaygan zeminde seyrediyor. Kalkınmanın temelinin üretime dayalı eğitim ve buluş, yenilik, inovasyon olduğu gerçeğini görmek zorundayız. Günümüzde belirleyici gücün buluşçuluk, yenilik ve icat olduğu gerçeğini göz ardı ederek kalkınmanın mümkün olmadığını fark etmenin zamanı geldi, geçiyor.

Müslümanlar olarak, insanlık olarak daha fazla acı çekmemek istiyorsak, Müslümanlar’ın malı olan bilime ve akılcılığa tekrar sahip olacağız. Bilimin “Müslümanın yitik malı” olduğu gerçeği ile uyanalım. Malımıza sahip çıkalım. “Aklını kullanmayanlar üzerine Allah pislik yağdırır” ilahi ikazı ile irkilelim. Aklını kullanmanın yolu, aklın ürünü olan bilim ve araştırma ile güçlü hale gelmektir.

Büyük gelirlere ancak katma değeri yüksek; bilime ve Ar-Ge’ye dayalı ürünlerle ulaşabiliyoruz. Daha çok tekstil, inşaat malzemesi gıda ürünü satarak bundan daha ileriye gidemiyorsunuz. Örnek vermemiz gerekirse, sağlık ürünlerinde gelişme sadece hizmet sektörü ile sınırlı kalıyor. Çünkü sağlık ürünlerinde yüzde doksandan fazla dışa bağımlı durumdasınız. Dışarıda üretilenlerin acentası ve pazarı durumunda kalıyorsunuz. Gıda sektöründe de durum farklı değil. Pazarladıklarımızın “kaportası” bize ait diyebiliriz. Çünkü un ve şeker dışında gıdada kullanılan neredeyse tüm maddeler dış kaynaklı ve ithal.

Günümüzde çok çalışmanın değeri kalmamıştır. Çok çalışırsınız ama kendiniz üretmediğiniz takdirde siz değil, başkaları zengin olur.

***

Kendi paranız değerli hale gelmesinin yolu, dışarıdan aldıklarınızın kendinizin üretmesi ve dolara ve euroya bağımlı kalmaktan kurtulmaktır. Çok açık bir gerçek şu ki; öncelikli amaç, dışarıdan aldıklarımızı içeride üretmenin yollarını bulmak olmalıdır. Savunma sanayiinde nasıl büyük ölçüde dışa bağımlı olmaktan kurtulduysak, aynı başarıyı diğer sahalara da taşıyabiliriz. Ülkede un, şeker ve yağ hazır. Ama “helvacıya” ihtiyaç var. “Helvacı” ustaları yetkin ve etkin hale getirecek bir liyakat sistemi oluşturacağız. Mevcut menfaat düzeni yerine fazilete ve liyakate dayalı, güç yerine hakkı esas alan medeniyetimizi tekrar ihya edeceğiz.

Mesela YÖK sistemi. Topluma hizmeti ve Ar-Ge’yi yasaklayan YÖK sistemini “yok” ederek işe başlayacağız.

Ülkemizde sanayicilerin araştırma geliştirme amacıyla üniversitelere niçin başvurmuyorlar? Diye soruyor vatandaşımız. Hedef olmayınca, koruma ve teşvik bulunmayınca üniversite rastgele konularda araştırma yapmak zorunda kalmakta; sanayici de hangi sanayi dallarına yöneleceğini bilememektedir.

Sözün özeti, ülke olarak bilim ve araştırma hedeflerinin belirlenmemesi, ısrarla uygulanan bir bilim politikasının bir araştırma geliştirme siyasetinin bulunmaması, Ar-Ge’nin ve üniversite sanayi işbirliğinin oluşmamasının en büyük nedenini teşkil etmektedir.

Gelin bir kampanya başlatalım. Her yerde “çoban ateşi” olacak çalışmalar başlatalım. Bu çalışmalarla, kopya ve taklit teknoloji ve metotlarla bir yere gidilmeyeceğini anlatalım. Parayı basınca teknolojiyi satın alırız anlayışının yanlışlığını gösterelim. Türkiye’nin karanlık kalan fikir göklerini böylece ilim ve hikmetin şuaları ile parlatalım..

İşimiz siyaset yapmak değil. Siyasette bilimin önemli ve en öncelikli mesele olduğunu anlatmaya çalışıyoruz. Bilime ve araştırmaya hedef lazım geldiğinin altını çiziyoruz. Önemli olan bizim ne yaptığımız değil, yaptığımızın ne işe yaradığının bilinmesidir. Bilim politikası ve hedef olmayınca üniversitelerde çok değerli buluşlar yapılsa bile, bu buluş ve gelişmelerin üretime dönüşmediğinin farkına varılmasıdır.

Kopya ürünlerle başkasının ürettikleri ile yarışa katılamıyorsunuz. Taklit ve kopya teknolojilerle ile kalkınan ve gelişen kimlik kazanan bir ülke de göremiyoruz.

Ülkeyi İstikrarsızlıklardan kurtarmak ve yörüngesine kavuşturmak için yapmamız gerekenler açık. Başkalarının buluşlarını taklit etmekten vazgeçip buluşçu bir ülke haline gelmek. O zaman tarihin önünde sürüklenen bir figüran olmaktan çıkıp, “tarih yapıcı” konuma yükselmenin önü açılacaktır.

Tabi bilime dayalı ekonomi deyince dikkatleri üniversitelere çevireceğiz. Öncelikle YÖK’e bilimi bloke/engelleme görevi verildiğinin farkında varacağız. Unutmayalım ki YÖK bizim kendi irademizle oluşturduğumuz bir kurum değil, 1980 darbe anayasasının ürünüdür.

Günümüzde üniversite okumak daha iyi iş sahibi olmanın, daha çok para kazanmanın, “yaşam kalitesi”nin artmasının olmazsa olması zannediliyor. Gençlerimiz sürü halinde üniversiteye sevk ediliyor. İşin kötü tarafı üniversite mezunu olan gençlerimiz de istedikleri işlerde çalışamamaktadır. Eğitim meselesinin daha fazla okul ve üniversite açarak daha fazla öğretmen atayarak, daha çok teknoloji kullanarak çözüleceği sanılmaktadır. Bu anlayış herkesin üniversite okumasını neredeyse zorunluluk haline getirdi. Mesleki eğitim böylece ölüme mahkum edildi.Batı kendi dışındaki toplumları “ilkel, az gelişmiş, gelişmekte olan” diye kategorize ediyor. Kendisinin gittiği yolu dünyanın geri kalanına dayatıyor. Batı, küreselleşme adı altında Doğu’yu sömürmeye devam ederken kendisine en iyi hizmet edecek elemanları da Doğu’dan devşirmenin derdindedir. Bugün daha iyi bir iş umuduyla üniversite okuyan gençler hem evlilik yaşlarını mecburi olarak geciktirmekte hem de sonuçta küresel kapitalist sisteme hizmet etmek için birbirleriyle rekabet etmektedirler.

Bugün her fikir ve hareketin doğruluğunun, delili dışarıda aranıyor. Bir fikir ileri sürüyorsunuz; lâkin “Acaba Almanlar da öyle mi düşünüyor?” diye hemen Batı’dan referans arıyoruz. Bir iş yapacaksınız; acaba Amerikalılar da öyle mi yapıyorlar? Böyle olunca kendiniz olamıyorsunuz. Sonuçta bir varlık gösteremiyorsunuz. Bu taklit sevki aşağılık karmaşasından besleniyor.

Bu anlayış, insanımızı düşünce köleliğine itiyor. Batı’da üretilen fikirlerin hamallığını yapmaktan kurtulamıyorsunuz.Bugün öğrencilerin derse gitmek istememesinin veya derste çabuk sıkılmalarının nedenini iyi tahlil etmeliyiz. Batı taklitçiliği ile değişen hayat görüşü ve kimliksizlik, okul ve eğitimi verimsiz bir sürece dönüştürdü. Bugün çoğu okullarda eğitim, dersler yapılıyormuş gibi göstermelik bir hale geldi.

Sözü son yıllarda uygulamaya konulan “Bologna Süreci’ne getirelim ve milli temeli olmayan körü körüne taklitlerin nasıl karikatür yapılar meydana getirdiğini görelim. Bologna kapsamında üniversitelerde derslerin hangi konulardan oluşacağı ve kaçar saatlik eğitimler verileceği dahi dışarıdan ithal edildi. Bu durumda öğretim üyesi eline tutuşturulan bir programı aktarmakla yükümlü bir makineye, öğrenciler de kendisine aktarılanı sınavda aynen aktarmakla görevli robota dönüşmektedir. Şu açık bir gerçek ki Batıdan ithal çözümler bizi hep aldattı. Aldatmaya devam etmektedir.

Halbuki eğitim demek hoca demektir, alim demektir muallim demektir. Milli Eğitim Bakanlığı düzenleyici bir mekanizmadan başka bir şey değildir. Kitap, program, imtihan ve bütün öğretim meselelerini çözümleyecek olan bu milletin hocalar, muallimler ve ilim adamları sınıfıdır; maarif ordusudur. Hâlbuki bu işler Bakanlık teşkilâtı tarafından tepeden idâre edilerek çözülmeye çalışılmaktadır.

 

YÖK konusu gündeme geldiğinde söylediklerimiz hep aynı oluyor. Çünkü: “YÖK, 12 Eylül askeri darbesinin üniversiteleri kışlalaştırmak isteyen mantığının bir ürünüydü.

Üniversiteleri tek bir merkezden farklılıklarına bakmadan ve otoriter bir mantıkla yönetmek ve hatta vakıf üniversitelerinin de kimliklerini yok ederek onları da devlet üniversitesi haline getirmek hangi mantığın ürünüdür? Türkiye geneline yayılmış üniversiteleri YÖK kimliği ile aralarında onca büyük fark var iken bunlara tek bir elbise giydirmenin anlamı var mı?

Böylece hocaların ilmî ve fikrî hürriyeti inkâr edilmekte; ilim ve eğitim ordusunun komutanları adeta köleleştirilmektedir. Hür olmayan öğretmen ve öğretim üyesi hoca değildir. Nurettin Topçu’nun ifade ettiği gibi: “Fikir ve kültürün mahkûmiyeti en az vatan toprağının esaret altında kalması kadar acıklıdır.”

Geçmişte Türk devletlerini yönetenlerin yanı başında hep âlimler ve bilge insanlar bulunurdu. Bu bizde gelenekti. Ama sonra o gelenek yok oldu; devletin içi dışı yabancı danışmanlarla doldu. Sonuç meydanda. Yabancı “kuyu kazmakla” görevli. Ayrıca, “Kılavuzu karga olanın burnu pislikten kurtulmaz” atasözü meşhurdur.

Yapılacak önemli işlerden biri üniversiteleri, bilim, teknik araştırma kurumlarını sil baştan yeniden düzenlenecek. Göstermelik değil, gerçek, özgün bilim üretmeyen hocaya üniversitede yer verilmeyecek. Değerli araştırmalar yaptığı için, yardımcı doçentlikte takılan bilimciler, araştırmaları, ürettikleri incelenerek terfi ettirilecek. Akademisyenlerin önünde yabancı dil sedleri olmayacak. Ülkenin bilim, teknikte de milli hedefleri belirlenecek, o doğrultuda araştırmalar desteklenecek.

Hulasa, her medeniyet kendi tekniğini üretiyor ve ona göre kendi metafiziğine ait teknik üretimine geçiyor. Teknik kendi kültürümüzden doğacak. Bilimle medeniyetin, teknikle kültürün bağını bileceğiz. Bu bağları bilmediğimiz sürece eğitim hep “sömürge kafalar” üretecektir.

Kendi modellerimizi ortaya koyacağız; her bilimsel ifadeyi, eğitime dair her metodu kendi kültürümüzün çocuğu haline getireceğiz. Bilimde ve eğitimde kendi referans sistemlerimizi kurarak yolumuza devam edeceğiz.