Dil mühendisliği -3

Kısa zamanda Öz Türkçe seferberliğinin çok büyük sıkıntılara yol açtığı ve büyük bir felakete doğru gittiği anlaşıldı.

Çünkü dilin tabi akışına yapılan müdahaleler dere yataklarını imara açmak gibi bir şeydi.

Er ya da geç ‘doğal’ gidişata müdahale edildiği için tabiat intikamını alacaktı.

Nitekim akıbet ‘çıkmaza saplanmak’ olacaktı.

Tarama Dergisi’nden Türkçe kelimelere farklı eşanlamlı Öz Türkçe karşılıklar seçerek yazmak, yazılanın anlaşılmaz olmasından başka bir netice vermiyordu.

Çünkü dergide ‘hadise’ kelimesinin tam 66 Öz Türkçe karşılığı vardı.

Mesela ‘Hikâye’ için 22 Öz Türkçe karşılık bulunmuş veyahut uydurulmuştu.

Ve fakat ‘öykü’ bunların arasında yoktu.

Attila İlhan, 4 Nisan 2005 tarihli makalesinde Prof. Carlier isimli Fransız Türkolog ile yaptığı sohbetin bir kısmında şunları yazıyor:

“Ben, tam çıkacağım, kolumdan tutuyor; eğilip, sır söyler gibi, alçak bir sesle:

“- …Delikanlı, Türkçeye ne yaptınız?” diye soruyor.

Dilimin döndüğünce ona, Dil Devrimini izâha çalışıyorum, Türkçenin Arapça ve Acemcenin istilâsına uğradığını, vs… vs… vs…”

Meğerse neymiş?..

Beni mütebessim dinlemişti; susunca, aynı fısıltıya yakın sesle, o söze başladı;

“…ümmet toplumlarında dil – dolayısıyla kültür- dine göre değişirmiş; onca böyle büyük üç adet ümmet toplumu ve sentezi var; birisi, Batı – Hıristiyan toplumu, ikincisi Doğu – Müslüman toplumu; üçüncüsü, daha doğudaki, semavi olmayan dinler topluluğu!

Ümmet toplumunda, başat dil, dinin kendini ifade ettiği dil: Batı’da bu, Yunanca – Latince olarak görünüyor; Osmanlı’da, Arapça – Farsça olması, son derece normal; zira Müslümanlığın ümmet dili, bu iki dil…

“…Batı ülkeleri, Fransa, İtalya ve İspanya, nasıl millet diline geçerken, Yunanca – Latince kökenli birçok kelime, hatta kuralı aldılar kullandılarsa; Türkler de, Selçuklu – Osmanlı ümmet sentezinden, millet sentezine geçerken, dillerinde elbette Farsça – Arapça kelimeler bulunacaktır; ve bunda yadırganacak şey yok; ya da asıl yadırganması gereken, özleştirme adı altında dilin budanıp kuşa çevrilmesi: Zira böyle yetiştirilen genç kuşakların, ecdadın dilini anlaması imkânsızdır; bu da, kendi kurdukları medeniyet sentezinden kopmalarına, boşlukta kalmalarına yol açar!..”

Hayret -biraz da dehşetle- dinliyordum; elimde olmaksızın, belki de onu ‘madara etmek’ maksadıyla, sözünü keserek sordum: “-…Peki, şimdi siz Fransızca’daki Yunan-Latin kökenli kelimeleri atsanız, ne olur?”

Cevabı unutulur gibi değildir:

“… Atamayız, çünkü geriye kalsa kalsa, yüz, bilemedin iki yüz kelime kalır. O da konuşmaya yetmez.

Dönem, Cumhurbaşkanlığı sanat danışmanı Nurullah Bey’in (Ataç) ‘alenen ve resmen’ “-Yunanca ve Latinceye geçmeliyiz, onlar gibi olmalıyız, onlara benzemeliyiz!” dediği dönem; bunu söylediğim zaman, Prof. Carlier’den aldığım cevabı, tahmin edebilirsiniz:

“-… Biz bunu sömürgelerde uyguladık: Kimliklerini, kişiliklerini yitirdiler!”

Mustafa Kemal İsveç Veliahdı Prens Gustav Adolf’un şerefine verdiği yemekte yaptığı konuşmasından sonra dilde Öz Türkçeleşme seferberliğinden enikonu soğudu.

Bunun soykırıma eş değer bir katliam olduğunun çok geç de olsa farkına vardı.

Bu durum Fâlih Rıfkı Atay’ın Çankaya’sında şöyle anlatılıyor:

”…Bir akşam Atatürk, sofra bittikten sonra, benim yanı başındaki iskemleye oturmamı emretti:

“…Dili bir çıkmaza saplamışızdır” dedi.

Sonra,

“-…Bırakırlar mı dili bu çıkmazda? Hayır! Ama ben de bu işi başkalarına bırakmam. Çıkmazdan biz kurtaracağız…” dedi…