“Bilmiyorlar Allah’ım, onları affet…”

İyiliğini istediği insanlar tarafından taşlanan Peygamberimizin en kritik andaki bu cevabı bize miras kaldı. Başkalarına değil bize! Zilletten çıkarmak için ter döktüğü cahillerin kendi izzetini kırmaya yeltenmelerine öfkelenmesinin beklendiği anda ortaya koyduğu emsalsiz şefkat tavrı bizim omuzlarımız üzerindedir. Başkalarının değil.

Bu yazı, Taif’te taşlananın halini anlamaya ve o halle hâllenmeye kendince çağrıdır. Ümidim o ki taşlanmayı sünnet bilenler, Taif yolcusunun yoldaşı olmakla taçlanacaktır.

Ancak bu yoldaşlığın da bedeli var. Hem de ağır bir bedeli var. İçinin toprağını alt üst eden, gönlünün bahçelerini kasıp kavuran, sabrının ipini koparırcasına geren o sınama anında, merhameti hatırlamak, şefkatin kırılgan kanatlarını eşsiz bir ihtimamla avuçlamak… “Onlar bilmiyorlar Allah’ım, onları affet!” olgunluğunu kuşanmak.

Evet, işi sarığa, sakala, cübbeye kilitlemeden, özge bir varoluşla var olmaktır sünnet. Peygamber’e zahirci bir gölge olmak değil, sahici bir gövde olmaktır. O’nun durduğu yerde durabilmek, bu duruşun bedelini seve seve ödemektir. Nefsin iç cephelerinde savaşmak; içindeki şeytana karşı direnmektir. Ateşe rağmen ‘gül’ olmaktır İbrahim’ce. Arkandan azgın Firavun ordusu yaklaşırken, önünde Kızıldeniz’in boğucu dalgaları tehdit ederken, “Rabbim benimledir!” deme sükûnunda olmaktır.

Buyurun buradan yanalım.

Taif’ten dönüşüne eşlik edelim Peygamberimizin. İyilik etmek istediklerimizin nankörlüğünü bile “bilmiyorlar” farkındalığı ile yumuşatalım. Sünnete tâbi olalım. Dağın üzerlerine yıkılmasını hak edecek hıyanetin faillerinden bile ümitli olalım. “Affeyle Allah’ım onları!” diye duaya duralım. Sünnet-i seniyyeyi yaşatalım. Delikanlı olalım; nefsimize pehlivanlık yapalım!

Tam kırk yıldır, kırık dökük de olsa, talebesi olduğum Said Nursi’den öğrendiğim bu. Bilgeliği şefkatle harmanlamak. Vurup kırmak, yakıp yıkmak yerine, kırılmışı onarmak, yıkılmışı yapmak.

Nebevî mirası, insanca varoluşun tüm zaaflarını kucaklayarak taşır eserlerinde Bediüzzaman.  Sünnet-i Seniyyeyi, her an esma tecelligâhı olma sorumluluğu olarak tarif eder; var-yok arası salınımlara sokar insanı. Kalıplara yaslanmaz, şablonları tekrarlamaz. Yeni baştan iman etmenin gereğini acilen söyler, eksiksiz dillendirir. “Ey iman etmekte olanlar, iman [etmeye devam] ediniz” mealli ayetin özetidir ömrü. Yükünden yüksünmez. Çiçek özlerinden, dağ yamaçlarından hareketle ince ve zevkli bir iman dersi verirken, kimseyi kâfir yapmaya heveslenmez, ona buna şirk atfetmez. Bildiklerini, az bilenleri ya da hiç bilmeyenleri azarlama sebebi yapmaz. Ümmiliği sever, avamın başını okşar. En garip soruyu da, en tuhaf merakı da, önce göğsünde yumuşatır, sonra muhatabının hemen anlayamayacağı bir nezaketle, sadede getirir. Meselâ “Cehennem nerede?” diye sorar biri. Aslında bu soru yanlıştır, en azından öncelikli değildir. Öncelikli olan “Ben neredeyim? Yoksa cehennemde miyim?” sorusudur. Bunu bilir Said Nursî ama bu soruyu da cehennemin adresinden çok kendi adresinin endişesinde olması gereken bir cevaba doğru yoğurur. Mevlit geleneğine dair yaklaşımında, sakal-ı şerif bahsini ele alışında o şefkat yüklü bilgeliğin olgunluğu vardır. Avamın kalbini incitmeden, taklidî de olsa imanını sarsmadan, konuyu asla bağlar, hakikatin miracına vesile eder, muhatabını düştüğü yerden kaldırmaya önceler.

Taif yolcusunun mirasına talip olacaksak, böyle olacağız!  Çok bilmişliklerin sergileyen televizyon tartışmacılarına, taraf olmakla ve taraftar toplamakla olmuyor bu iş. İşi “eli kanıyordu, ayakları kan içindeydi” acınmasına dökmeden, kendimize düşeni alacağız, adam gibi omuzlanacağız. Yükümüzü sessizce ve şikâyetsiz taşıyacağız. Ona buna göstereceğimiz ‘bir şey’ olmayacak sorumluluğumuz; onu bunu “ehlisünnet değil!” yaftalamasıyla kategorize etmeye heveslenecek bir ‘ayrıcalık’ makamı tayin etmeyeceğiz kendimize. Kırıcılara karşı onarıcı olacağız. “Yağmur sözlü” olacağız. Göklü olsak bile, arzın en alçak kuytularına kadar inmeyi göze alacağız. Duruluğumuzu bahane edip aşağıdakileri kirli olmakla suçlamayacağız. Kardeşlerimize bulaşmış kiri şefkatle sarıp sessizce temizleyeceğiz. Düşenin düştüğü yere elimizi uzatacağız.

Markası kendimizden menkul “ehlisünnet âlimi” olmaya kalkmayacağız. Hem daha güzel hem daha kolay olanı tercih edeceğiz: Herkesle beraber düşe kalka yürüdüğümüz, “Ben bilmem” de diyebildiğimiz, “Ben nefsimi temize çıkarmam, benim nefsim de kötülük etmek ister” harbiliğini sevdiğimiz, “Rabbimiz biz hata ettik…” itirafından utanmadığımız “ehli sünnet talebesi” olacağız.

Ayet ve hadisleri yarıştıran holiganlar olmak yerine ayetin sorumluluğunu taşıma sancısına razı olacağız, hadisin öğrenciliğine emek verme sessizliğini seveceğiz. Nesne olmayacak elimizde ayet ve hadisler; özne bileceğiz Söz’ü. Vahiyle yüz yüze kalma mahcubiyetiyle al al olacak yüzlerimiz.

Gerekirse taşlanmayı da göze alacağız. Hakkın hatırına taşlanmayı taçlanmak bileceğiz…