İnsan tabiatı gereği şiddeti reddeder. Bu yüzden insan bunu anlamaya başladığında şiddetin de ortadan kalkması icap eder. Bunu anlamıyorsak, ‘insan’a bakışımız değerli ve onurlu bir bakış değildir, bilakis onu hayvan derecesine indirgiyoruz demektir.

İşte bu sebeple, bütün nebiler toplumun inşasında şiddet kullanımını reddetmiştir. Onların (bu yöntemini) Kur’an kendi ağızlarından şöyle nakleder:

Siz bize işkence etseniz de biz sabredeceğiz (barışçıl yöntemle direneceğiz).” (İbrahim 14:12). Ebu Talib Allah Rasulü’ne (aleyhi’s-salâtu we’s-selâm: desteğimiz ve selamımız onun üzerine olsun) gelip şöyle demişti: ‘Sevgili oğlum, bana takat getiremeyeceğim bir yük yükleme.’ Bu sözüyle o, Kureyş’in başvurması muhtemel şiddetine karşı durmaya güç yetiremeyeceğini ifade ediyordu. Son Nebi aleyhisselam, amcasına, onun bu ‘şiddet’ ile karşı karşıya kalmasını ve bunun yükünü (bedelini) üstlenmesini istemediğini belirten bir cevap vermişti: “Allah onu büsbütün görünür (şekilde muzaffer) kılana yahut ben yok edilene kadar bana gelen bu mesajı (insanlara) aktarmaya devam edeceğim.”

Sadece bu (cevaptaki) fikri tek başına tahlil etmemiz bile, İslam’ın fikriyatını, nebilerin mesajını ve tarihin özetini anlamamızı sağlayacaktır. Zira bütün bunlar bu cümle içinde özetlenmiştir. Zaman zaman bazılarımız şu hususa hayret eder ve birbirlerine (bunun hikmetini) sual ederler: Bedevinin biri Rasulullah’a gelir, saatlerce ya da günlerce yanında oturur ve sonra da çıkıp giderdi. Allah’ın Elçisi ise onun hakkında şöyle derdi: “Cennet ehlinden bir adam görmek isteyen bu zâta baksın.”

Ben şu görüşteyim: Bu fikri (enbiyanın yöntemine uygun bu yaklaşım tarzını) anlayan herhangi bir insan, dünyada mevcut tüm yörüngelerden tamamen farklı bir başka yörüngeye girmiş olur. Bu anlayışı tevhid kelimesi özetler: “Lâ ilâhe illâllah: Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur!”

Yapmaya çalıştığım şey; yeni bir tasavvur inşasını tekrar gerçekleştirmek ve tek bir kavramı (tevhid mefhumunu) olabildiğince açıklığa kavuşturmak, böylece bütün iş ve durumlarımızın ıslah olmasını sağlamaktır. Rasulullah (s) Kureyş’e şu hitabı yöneltmişti: Kabul sözü vereceğiniz tek bir sözle Arapların tamamına sahip olacağınız gibi Acemlere de hükmedebileceksiniz. Dediler ki; nedir o? Dedi ki: “Lâ ilâhe illâllah: Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur!” (ilkesidir). Ama (ne yazık ki bunu kabul etmeyi) reddettiler!

Allah Rasulü (sas) çağdaşı dünya liderlerine mektuplar yazarak onlara şu çağrıyı yapmıştı: “De ki: “Ey Kitap Ehli! Sizinle aramızda (mutabık kalacağımız) şuortak ilkeye gelin: Allah’tan başkasına kulluk etmeyeceğiz, O’ndan başka hiçbir şeye ilâhlık yakıştırmayacağız, Allah’ın yanı sıra başka birilerini rab olarak kabul etmeyeceğiz!” Ve eğer yüz çevirirlerse o zaman deyiniz ki: Şahid olun ki biz, kesinlikle (O’na) teslim olduk.” (Âl-i İmran 3:64).

Bu ayette tekrar tekrar vurgulanan, ayrıntılı bir şekilde izah edilen husus, bizim de açıklamaya çalıştığımız ve tüm iş ve durumlarımızı ıslah edecek olan şeydir: İmtiyaz sahibi hiç kimse kalmayacak, temel ilke adalet olacak, hiç kimsenin yasaların üstünde olmadığı kabul edilecek.

Allah bizi “takva kelimesi”yle (sorumluluk ilkesiyle) yükümlü tutmuştur.* Dolayısıyla bu çağrıya uymamız, başkalarına ulaştırmamız ve Allah onu bariz şekilde başarılı kılana ya da biz (bu uğurda) yok edilene kadar sabretmemiz (barışçıl yöntemle direnmemiz) icap eder. Aktardığımız bütün bu ilkelerin manası esasen birdir. O da; adalet ve eşitlik ilkesidir. “Eşitlik ilkesi” demek “Benim ne hakkım varsa senin de o hakkın var” demektir. Dahası; “Gelin, anlaşalım (birbirimizi dinleyelim ve anlayalım). Siz bunu kabul etmeseniz bile ben (tek taraflı olarak) kabul edeceğim ve bu ilkeye göre hareket edeceğim, siz reddetseniz bile ben tek taraflı olarak bu yasaya bağlı kalacağım.” demektir.

Söz (ilke), mantık ve akıl şiddetle baş etmekte aciz kalıyorsa, bunun sebebi mantığın, anlayışın ve aklın zayıflığıdır. Zira şiddet söz ve fikirlerin ürünüdür. Bu sebeple; akıl, anlayış ve barışa çağıran düşünce; şiddet, cinayet ve zulme çağıran düşünceye galebe çalmak zorundadır.

Bu ilk önermeden başlamazsak ve önceliği şiddete vermeye devam edersek, yürüdüğümüz yol bütünüyle bozuk olur. Daha ilk aşamada gücü söze, düşünceye, hukuka, insana ve bilince vermeliyiz. Ve şiddetin -İslam dünyasını ve insanlığı köleleştiren- asıl (büyük) put olduğunu idrak etmeliyiz. Putlara taptığımız hususunda (ne yazık ki) şüpheye mahal yoktur! Çünkü biz kelimeyi/sözü/ilkeyi tahkir ettik, insanın düşüncesini hiçe saydık! Çok rica ediyorum, bu fikirleri anlamak, fikirlerinizi yeniden gözden geçirmek, bunları aranızda (güzelce) tartışmak, çok sayıda ortak oturumlar düzenleyerek bu hususları iyice kavramak ve mutmain olmak (gönül doyumuna ulaşmak için) gayret ediniz.

Fikir ve şiddet arasındaki ilişki ters orantılıdır. Fikir ve aydınlanma ne kadar artarsa, insan bunların bilincine ne kadar çok varırsa şiddetin etkisinden o kadar uzaklaşmış olur, şiddetten olabildiğince uzak durmanın gerekliliğine de o denli inanmış olur. Ne zaman da insan fikirlerinden umutsuzluğa düşerse (kendini çaresiz hissederse), fiziksel güç ve şiddet kullanma ihtiyacına olan inancı da o oranda artar.

Dünyanın döndüğünü bildiğim gibi şiddetin hiçbir güzellik inşa edemeyeceğini de biliyorum. Şiddete güç/iktidar veren şey, içinde yaşadığımız vehim (kuruntu/yanılsama) durumudur. Bu (kuruntular) da sadece ayıkmamız ve (derin) uykumuzdan uyanmamızla yok olup gidecektir.

Arapçadan tercüme eden: Fethi Güngör

* Müellifin “kelimete’t-teqwâ” ibaresini iktibas ettiği ayetin tamamı mealen şu şekilde çevrilebilir: “Hani, inkârda direnenlerin kalbini malum gurur -cahiliye gururu- doldururken, Allah, Elçisi’ne ve mü’minlere ‘sekinet’ini (iç huzurunu) bahşetmiş ve onların ‘takva kelimesi’ne (sorumlu davranma ilkesine) sadık kalmalarını sağlamıştı: zira onlar buna fazlasıyla lâyık ve ehil idiler. Nitekim Allah her şeyi hakkıyla bilendir.” (Fetih 48:26).