İslam dünyasının gündeminden hiç düşmedi. Bölge, kurulduğu günden bu yana saldırgan bir politika izleyen İsrail'in gücünü sahnelediği alan oldu.

Kudüs... Ey Kudüs, İsrail'in soykırım hedeflerini öncesiyle sonrasıyla anlatan bir eser. ABD'li yazar Larry Collins ve Fransız yazar Dominique Lapierre tarafından kaleme alınan bu kitap, İsrail'in varlığıyla bir kriz haline gelen bölge gerçeklerini anlatma gayretinde. Fakat yine de kitabın birçok yerinde üstten bakan ya da acıları tam olarak içselleştiremeyen Batılı bakış açısını fark ediyorsunuz.

Ahirete bırakılmış hesaplar

Filistin'den gelen katliam haberleri ahirete bırakılmış hesaplar ve gözyaşlarının kana karıştığı topraklar boynumuza asılmış günahların vesikası aynı zamanda. Bir dünya nasıl yok olur, onu izledik Filistin'de. Peki, hangi ceza içimizi soğutur, hangi ceza kinimizi unutturur ve hangi ceza intikamımızı alır? Ölen, yaralanan, yerinden edilen ve kimsesiz bırakılan hep biziz çünkü. Kudüs... Ey Kudüs, gelinen noktayı kronolojik olarak inceliyor. İkinci Dünya Savaşı sonrası yapılan gizli ve açık anlaşmalar, İngilizlerin bölgeyi terk etmesi, Yahudilerin tarih ve din soslu hak iddiaları ve bu temel üzerine bina ettikleri katliamdan soykırıma uzanan süreç detaylı bir biçimde aktarılıyor.

Dünya ve özelinde bizler, kendi kutsalından başka kutsal tanımayan gözünü kan bürümüş arsız gruplara mağlup olduk. Sonra da asıl düşmanın kim olduğunu dostluk, saldırmazlık ve normalleşme anlaşmalarıyla unuttuk. Bunlar zamanımızın problemleri gibi görünüyor değil mi? Kitap gösteriyor ki "yılanın başı" 1948'de; İsrail kurulur kurulmaz ve hatta çok daha öncesinde ezilmeliydi. Böylece dünya, bir zalim daha doğmadan ondan kurtulacak ve iki nehir arası ideolojisine kurban gitmeyecekti. Ancak olmadı; zalim her geçen gün zulmünü büyüttü, kocaman dünya ise bu zalim karşısında küçüldükçe küçüldü.

Batı'nın Frankenstein'ı

Yazarlar Collins ve Lapierre, 1948'e giden yolda Yahudi silahlanmasını, silahların sınırdan geçirilişini ve kullanılışını adeta film gibi anlatmış. Kitapta çok büyük bir belge yükü var. Her belge doğrudur ya da doğruya götürür demek istemiyorum ancak bu, gayretli bir çalışmaya işaret ediyor.

İsrail'in kuruluşu biraz da Batı'nın nezaretinde gerçekleşti. Yazarlar her ne kadar kısıtlı bir zaman dilimini anlatmış olsa da çıkarılacak çok ders var. İsrail'in sonraki on yıllar boyunca güttüğü yok etme politikası çok katmanlı bir planın devamı olarak görülebilir. "Filistin Paylaşım Planı" 29 Kasım 1947'de Birleşmiş Milletler'de yapılan oylamayla kabul edildi. Plana Sovyetler Birliği ve ABD ile beraber toplamda 33 ülke lehte, Türkiye dahil 13 ülke ise aleyhte oy verirken10 ülke çekimser kaldı. Bu kararla birlikte bölgede yüzde 33 nüfusa sahip Yahudilere Filistin topraklarının yüzde 56,5'i, toprakların asıl sahibi Araplara ise yüzde 43,5'lik kısmı düştü. Yahudiler yine Hitler'in ekmeğini yiyordu.

Collins ve Lapierre, 15. yüzyıldaki İspanyol katliamını ve Osmanlı Devleti'nin Yahudilere nasıl sahip çıktığını hatırlatıyor, Arapların Yahudilere yönelik Batı merkezli katliam politikasının faturasını ödemek istememelerini şu ifadelerle okuyucuya sunuyor: "Hitler'in gaz odalarında korkunç doruğuna varan upuzun Yahudi kıyımı dizisi İslam dünyası tarafından değil, hep Avrupa'nın Hristiyan ülkelerince sürdürülmüştü. Dolayısıyla işlenen cinayetlerin yükü bize değil bu uluslara yüklenmelidir, diye itiraz ediyordu Araplar."

Deyr Yasin katliamına bakış

Şüphesiz İsrail'in kuruluşuna giden yoldaki en önemli kilometre taşlarından biri de 1948'deki Deyr Yasin katliamı... İlgili bölümü özellikle tekrar tekrar okudum. Nasıl aktarılmış, eksik bir taraf bırakılmış mı ve neye dayanarak anlatılmış etraflıca inceledim. 254 kişinin öldürüldüğü tarihi katliam tam manasıyla hakkı verilerek anlatılmış değil ama yine de piyasada İsrail'in cinayetlerini meşrulaştıran demagoglarınkine pek benzemediğini söylemeliyim. Kitap birkaç noktada daha teste tabi tutuldu ve kısmen bu testleri geçti. İsrail'in terör örgütleri ve bu terör örgütlerine yardım eden başta İngilizler vasıtasıyla kurulduğunu; bu terör yapılarının daha sonra şimdilerde İsrail ordusuna dönüştüğünü de bilmek gerekiyor. Fakat bunu iki yazarın kaleminden okuyamıyoruz.

Özellikle son dönemlerde Kudüs gündemi yerini daha çok Gazze gündemine bırakmış durumda. İsrail'in 7 Ekim 2023'ten itibaren planlı bir soykırıma giriştiği muhakkak. Holokost'tan kalma sempatilerini kısa süre içinde yitirmiş durumdalar. Semavi bir dine inanmalarına karşın sapkın bir inanç sistematiği geliştirip onu ideoloji bellediler ve Arz-ı Mev'ud safsatasıyla bulundukları her yeri kan gölüne çevirdiler.

Kudüs... Ey Kudüs, bu ideolojinin gözleri nasıl kör ettiğini ortaya konan belgeler, aktarılan anılar ve birebir yaşanmışlıklarla anlatıyor. Bu hüzünlü tarihsel yolculuk mola vermeksizin devam ediyor ve ortaya epey hacimli bir kitap çıkıyor.

Gazze üzerinde tartışmalar artık kan üzerinde yapılıyor. 7 Ekim'den önce de durum farksızdı ancak bu tarih, bitmek bilmeyen bombalamaların ve soykırıma ulaşan katliamların miladı oldu. İsrail'in yıllardır yaptığı şey daha fazla göz önüne geldi ve Hitler'in onlara verdiği mağduriyet payesi bir anda ellerinden kaydı gitti. İsrail herkese şunu öğretti ki zulüm aynı zamanda evleri yıkmak, yerinden etmek, toprakları çalmak, keyfi tutuklamalar yapmak ve aileleri babalarına, çocuklarına hasret bırakmaktır... Bu, Gazze için böyle olduğu gibi Kudüs için de böyle. Bu yönüyle Kudüs… Ey Kudüs; acıyı, kini ve intikam duygusunu daima diri tutan bir hafıza kitabı. Ve bu kitapla İsrail'in adım adım ilerleyişini ve işgallerini bazen büyük devletleri, bazen uluslararası kuruluşları kullanarak "statüko" haline getirişini çok daha iyi anlayacaksınız.

Yazarların ortaya koyduğu ancak dile getirmediği bir gerçeği tekrarlamak isterim: Terör ve tedhişle kurulan bir devletin sonraki yıllarda demokrasi, fikir hürriyeti, hoşgörü ve insan hakları gibi hasletlerden uzak bir politika izlemesi gayet normal. Kurdukları örgütlerle amaca giden her yolu hem meşru hem mubah hem de kutsal görmeleri terör devletinin on yıllardır süren ana politikası.

‘Kudüs Şairi’ Nuri Pakdil'e selam

Kudüs'ten bu kadar bahsedince bir selam da "Kudüs Şairi" Nuri Pakdil'e göndermek gerekiyor. Şairin "Anneler ve Kudüsler" kitabında öyle şiirler var ki yarın "Hazırlanın Kudüs'e gidiyoruz" denilse herhalde hepimiz geceyi heyecandan uykusuz geçiririz. "Anneler ve Kudüsler", iki kutsalın; biri annenin diğeri Kudüs'ün aynı hedefe aynı yerden baktığı hem lirik hem de epik şiirlerden müteşekkil bir dava risalesi vazifesinde. Pakdil'in şiirlerinde diz çökmeyen bir yurdun onurlu çocukları var. Özlem ve umudun tüttüğü şiirlerinden biri de "Âraf" şiiri... Pakdil, bu şiirinde "İştahlıyım bağımsızlığa savaşa özgürlüğe / Bu ilkeler her ülkede girecek yürürlüğe" derken bir Orta Doğu planı kuruyor.

Batı'nın bir kez böldüğü sonra bir kez daha ve sonra defalarca kez yine böldüğü Orta Doğu, onun deyişiyle "Bölünemez Orta Doğu sınır taşlarıyla" tahkim edilmeli ve korunmalıdır.

Kudüs ona göre bir yaşam enerjisi ve yaşam ideali... "Ayarlanmadan Kudüs'e / Boşuna vakit geçirirsin / Buz tutar / Gözün görmez olur" derken ilk kıbleyi hatırlamayan var mı? O zaman bir gayretle "Yürü kardeşim / Ayaklarına Kudüs gücü gelsin" çağrısına icabet etmemek mümkün mü?

Satırlarında koruma, mücadele, kendine ait olanı geri alma vizyonu var. "Rahman" şiirinde "Bir muştu büyütüyorum yüreğimde / Bileklerimizin gücüne doğru işleyen / Bir Asya direnci" diyerek davetine ses arıyor. Yine Âraf'ta bir Orta Doğu paradoksu çiziyor ve diyor ki: "Savaş benim arkadaşım anne / Durmadan direniş anıtları dikiyoruz / Her santimetrekaresine Orta Doğu'nun"

İşte Filistin'in, Lübnan'ın, Suriye'nin sabileri her gün ölmüyor mu? Aynı şiirde "Düşünüyorum o halde savaşacağım anne" diyen az önce şehit olan çocuk değil mi?