İstanbul’un duvarlarına ‘Zulüm 1453’te başladı’ diye yazanlar acaba Fatih Sultan Mehmet’in vakfiyesi için beyan ettiği vasiyetnamesini okudular mı?

Esasen bu ‘Gezici zihniyetin’ zulmü 1071’e kadar götürmemiş olmalarını eleştiren ‘deha gezici’ çapulcularımızda var.

Nitekim Anadolu’yu Bizans’ın elinden almakla başlayan ve halen devam edegelen zulme son vermek adına Türkler’i Orta Asya’ya kadar sürmek fikrinde olan dâhiler de yaşıyorlar aramızda.

Evet, evet, Türkler’i Anadolu’dan kovup atmadan zulüm sona ermeyecek.

Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u 1453 yılında fethederek, nasıl bir zulme kapı aralamış bir bakın;

İstanbul fethiyle Doğu Roma İmparatorluğu tarihe karıştı.

Ortaçağ sona erdi Yeni bir çağ başlamış oldu.

İstanbul’un fethiyle Osmanlının, Anadolu ve Rumeli’deki toprakları birbirine bağlandı.

İpek yolunun Avrupa’ya giden kolu Osmanlı’nın himayesine girdi.

Böylece Avrupa devletleri yeni ticaret yolları arayışına girdi.

Bu da yeni yeni coğrafi keşiflere zemin hazırladı.

İstanbul’un fethinden sonra İtalya’ya giden Hıristiyan bilim ve sanat adamları Antik Yunan tarihini inceleyerek Rönesans ve Reform hareketini başlattı.

Şimdi de, İstanbul Fatihi Sultan Mehmet’in vasiyetine göz gezdirerek İstanbul’da nasıl bir zulmün kol gezdiğini görelim:

“Ben ki, İstanbul Fâtihi abd-i âciz Fatih Sultan Mehmed, bizâtihi alın terimle kazanmış olduğum akçelerimle satın aldığım İstanbul’un Taşlık mevkiinde kâim ve mâlumu’l-hudut olan 136 bap dükkânımı aşağıdaki şartlar muvacehesinde vakfı sahih eylerim:

Bu gayrimenkulâtımdan elde olunacak nemalarla İstanbul’un her sokağına ikişer kişi tayin eyledim.

Bunlar ki, ellerindeki bir kap içinde kireç tozu ve kömür külü olduğu halde, günün belirli saatlerinde bu sokakları gezeler.

Sokaklara tükürenlerin, tükürükleri üzerine bu tozu dökeler ki yevmiye 20’şer akçe alsınlar, ayrıca 10 cerrah, 10 tabip ve 3 yara sarıcı tâyin ve nasp eyledim.

Bunlar ki, ayın belli günlerinde İstanbul’a çıkalar, bilâistisnâ her kapıyı vuralar ve o evde hasta olup olmadığını soralar, var ise şifâsı ya da mümkünse şifâyap olalar.

Değilse, kendilerinde hiçbir karşılık beklemeksizin Dârülaceze’ye kaldırılarak, orada salâh bulduralar.

Maazallah herhangi bir gıda maddesi buhranı da vaki olabilir. Böyle bir hal karşısında bırakmış olduğum 100 silah, ehli erbaba verile.

Bunlar ki hayvanat-ı vahşiyenin yumurtada veya yavruda olmadığı sıralarda balkanlara çıkıp avlanalar ki, zinhar hastalarımızı gıdasız bırakmayalar.

Ayrıca külliyemde inşâ eylediğim imârethânede şehit ve şühedânın harimleri ve Medine-i İstanbul fukarası yemek yiyeler.

Yemek yemeye veya almaya bizâtihi kendileri gelmeyip, yemekleri gecenin loş bir karanlığında ve kimse görmeden kapalı kaplar içerisinde evlerine götürüle.”