1980’li yılların ortalarından beri Schmidt’in kamuoyu önünde tartıştığı temel meselelerden bir tanesi daima İslam dünyasıyla ilişkiler olmuştur. Türkiye’de “Avrupa Birliği’ne üye olmamızı istemeyen eski Alman başbakanı” olarak tanınan ve gerçekten de öyle olan Schmidt’in bu pozisyonu belki Haçlı zihniyetinin bir tezahürü gibi algılandı, fakat Schmidt aslında o zihniyeti değiştirmeye yönelik bir çabanın içinde oldu hep.

—-

Helmut Schmidt çok fena sigara içerdi. Televizyonda, canlı yayında bile içerdi. Fosur fosur. Peş peşe. Birini söndürüp öbürünü yakarak. 1970’li yıllarda problem değildi bu; fakat 25-30 senedir, kapalı mekânlardaki sigara yasağı konusunda dünyanın en hassas ülkelerinden biri olan ve prensipte sosyal-kamusal sorumluluklar konusunda da aynı derecede hassas olan Almanya’da, böyle bir ‘rezalet’ normalde hayal bile edilemez. Helmut Schmidt’in konumunun ne kadar özel olduğunu varın siz hesap edin. Schmidt, daha geçen sene bile canlı yayında televizyon stüdyosunu milyonlarca Alman’ın gözü önünde dumana boğuyordu ve kimse bunda bir fevkaladelik görmüyordu. Schmidt’ti çünkü o. Helmut Schmidt işte. İnsanlar içinde herhangi bir insan değil, büyük adamlar içinde herhangi bir büyük adam da değil, tarihi şahsiyetler içinde herhangi bir tarihi şahsiyet de değil, hepsinin ötesinde, sislerin ardında ve hayalle gerçek arasında bir yerde, ikon gibi bir şey. Yerleşik düzenden, kurallardan, teamüllerden daha kıymetli bir şey. “Eski Başbakan”, “Efsanevi sosyal demokrat siyasetçi”, “Müellif”, “Mütefekkir”, “Filozof”, “Siyaset bilgesi” denilip geçilemeyen, bunların kırk kısım tekmili birden de denilse öylece geçilemeyen, olağanüstü bir şey. Hem de, asayişten sorumlu senatörlüğü (Hamburg), savunma bakanlığı ve maliye bakanlığının ardından gelen başbakanlığı döneminde (1974-1982) harikulade denilebilecek bir başarıya da imza atmadığı halde. Anlaşılması güç bir fenomen.

Önceki gün 96 yaşında bu dünya hayatından göçen Helmut Schmidt’in ölümü, Alman yüreklerini şiddetle sarstı. Acıdan ziyade şaşkınlık var aslında. O yaşta bile zihin açıklığından hiçbir şey kaybetmeyip Almanya ve Avrupa’ya yol göstermek babında esaslı konuşmalar yapan, demeçler veren, makale ve kitaplar yazan Helmut Schmidt’in eli hep üzerlerinde olacakmış gibi bir hisleri vardı da o hissi ancak şimdi, Schmidt ölünce hissedebildiler sanki. Geride derin bir boşluk kaldı.

Peki neler söylüyordu, neler vazediyordu Schmidt? Onu el üstünün de üstünde tutan Almanlar, dediklerine ne kadar itibar ediyorlardı? Tamam; ağzından çıkan her cümleyi bilgelik pınarından bir yudum gibi görüyorlardı, ama pratikte gerçekten itibar ediyorlar mıydı Schmidt’in dediklerine? Türkiye-AB ilişkileri konusunda evet, Asya-Pasifik perspektifi konusunda biraz, ‘Alman idealizmi’ konusunda şöyle böyle; gerisinde hayır.

Haftalık Die Zeit gazetesinde İslam ve Müslümanlara dair çok geniş kapsamlı bir yazı dizisinin koordinatörlüğünü yaptığı 1980’li yılların ortalarından beri Schmidt’in kamuoyu önünde tartıştığı temel meselelerden bir tanesi daima İslam dünyasıyla ilişkiler olmuştur. Türkiye’de “Avrupa Birliği’ne üye olmamızı istemeyen eski başbakan” olarak tanınan ve gerçekten de öyle olan Schmidt’in bu pozisyonu belki Haçlı zihniyetinin bir tezahürü gibi algılandı, fakat Schmidt aslında o zihniyeti değiştirmeye yönelik bir çabanın içinde oldu hep (Belirtmeden geçmeyelim: Schmidt, Yunanistan’ı da AB’de görmek istemiyordu). Enver Sedat’tan duyduğunda kendisinin de şaşırdığını söylediği “Ehl-i Kitap” konusundan bahisle Batı’nın İslam konusundaki bilgisizliğine dikkat çekti mesela. 2008’de ABD’deki başkanlık seçimiyle ilgili bir televizyon programında, diğer katılımcılar Cumhuriyetçi aday John McCain’in “Irak’tan asker çekmek ancak kesin zaferden sonra gündeme gelmeli” görüşünün mü yoksa Obama’nın Amerikan askerlerinin canlarını önceleyen retoriğinin mi kamuoyunda daha fazla karşılık bulduğunu veya ABD’nin siyah bir başkana hazır olup olmadığını uzun uzun tartışırken, “Ben bir tek şeye bakıyorum: Adaylar, İslam’ı Hıristiyanlık yahut Yahudilik gibi meşru (legitim) görüp görmediklerine dair bir şey söylüyorlar mı? En önemli mesele budur ve ne yazık ki bu konuda söyledikleri hiçbir şey yok” diye kestirip attı. ABD, Üsame Bin Ladin’i öldürüp cenazesini uçaktan denize attığını açıkladığında televizyona çıkıp “Bin Ladin kim olursa olsun, cesedine reva görülen bu muamele bütün Müslümanlara saygısızlıktır” diye konuştu. Her fırsatta demografik gerçeklere (İslam dünyasındaki hızlı nüfus artışına ve Avrupa’nın bununla baş etmesinin imkânsızlığına) dikkat çekip, hiç değilse demografinin hatırı için İslam dünyasıyla iyi geçinmek gerektiğini, aksi halde Avrupa’nın istikbalinin tehlikeye gireceğini söyledi. Müslümanların oldukları gibi kabul edilmeleri, özgün hallerine saygı gösterilmesi, Batılı ölçülerle yargılanmamaları ve ‘terbiye’ edilmeye kalkışılmamaları, katiyen kışkırtılmamaları gerektiğini vurguladı. Hülasa, Almanya ve Avrupa’yı İslam dünyasının nazarında makul ve muteber kılmanın Almanya ve Avrupa için ‘varoluşsal’ bir mecburiyet olduğunu vazetti. Schmidt’in bu bakış açısının Almanlar –devlet ve kamuoyu- tarafından sahiplenilmesi şöyle dursun anlamlandırılabildiğini söylemek bile mümkün değil maalesef. Belki algılanmadı bile.

Alman basınında Schmidt’in bıraktığı siyasi ve entelektüel mirasla ilgili yazılardan geçilmiyor, ama hayati önem atfettiği İslam dünyasıyla ilişkiler meselesindeki duruşu hakkında –görebildiğim kadarıyla- tek satır yok. İlginç değil mi?

Helmut Schmidt’ten bir alıntıyla bitirelim:

“Bazı idealist entelektüellerin multikültürel toplum dedikleri şey, yani Avrupa kültürüyle Avrupalı olmayan kültürlerin kaynaşması, bugüne kadar hiçbir yerde gerçekleşmedi. (…) Sorun, bütün Hıristiyan kiliselerinin Avrupalıları yüzyıllardır farklı dinlere -özellikle de Yahudiliğe ve İslam’a- düşman olarak yetiştirmelerinden kaynaklanıyor. (…) Bu dinlere karşı tepkisel bir içgüdü geliştirdik. Şimdi bazı idealistler hoşgörüye çağırıyorlar, ama bunun için birkaç yüzyıl geç kaldık.” (Hamburger Abendblatt, 2004)