Sinemada artık iyi anlatılmış masallar değil, yaşanırken yakalanmış anlar etkiliyor.

Son yıllarda dikkat çeken filmlerin ortak bir refleksi var. Kahraman yaratmakla uğraşmıyorlar. Hatta çoğu bunu özellikle reddediyor. Çünkü günümüz insanının temel sıkıntısı cesaret değil, belirsizlik.

Artık perdede çözüm üreten karakterleri değil, çözümsüzlüğün içinde debelenen insanları izliyoruz. Karakter bir karar verdiğinde rahatlamıyor, daha da geriliyoruz. Çünkü iyi son ihtimali kadar kötü ihtimal de masada duruyor. Bu tanıdık bir his. Yeni sinema dili büyük cümleleri kesip atıyor. “Bak ne oldu” demek yerine “sen olsan ne yapardın” diye soruyor. Seyirciyi hayran olmaya değil, dahil olmaya zorluyor. Bu yüzden finaller de değişti. Pek çok film bitmeyip, yarıda kesiliyor hissi bırakıyor.

Bu tabloyu bugün vizyondaki filmlerde de görüyoruz. Çağan Irmak’ın Adile filmi bunun güncel ve çarpıcı bir örneği. Güçlü bir isim, tanıdık ve sevilen bir figür, klasik bir anlatı beklentisi… Buna rağmen film, hafta sonu açılışında gişede bekleneni veremedi. Rakamlar şunu söylüyor: Seyirci artık “bildiği hikâyeyi” bir kez daha dinlemek için salona koşmuyor.

Bu durum filmin iyi ya da kötü olmasıyla ilgili değil. Beklentiyle zamanın ruhu arasındaki mesafeyle ilgili. Seyirci artık kendisine yukarıdan anlatılan bir hayatı değil, yanına oturup susan bir filmi tercih ediyor. Sinema bunu yaptığında hâlâ güçlü. Yapmadığında ise ne kadar ustaca çekilmiş olursa olsun yarım.

Bu noktada gişe rakamlarını yalnızca bir “başarı–başarısızlık” göstergesi olarak okumak eksik kalıyor. Asıl mesele, seyircinin neye cevap verdiği. Bugün salonu dolduran şey merak değil, duygusal ihtiyaç. İnsanlar iki saatliğine bile olsa kendilerine yabancı bir ruh hâlinin içine girmek istemiyor.

Adile örneği bu yüzden önemli. Film, nostaljiyle kurduğu bağ sayesinde belirli bir kuşağa çok şey söylüyor olabilir. Ama aynı nostalji, daha genç seyirci için bir çağrı değil, mesafe yaratıyor. Çünkü bugün izleyici geriye bakmak istemiyor, bugünü anlamlandırmak istiyor. Bir dönemi yeniden seyretmektense, yaşadığı karmaşayı paylaşmak istiyor.

Bu durum sadece biyografik filmler için geçerli değil. Aşırı steril, her duygunun altını çizen, seyirciye ne hissetmesi gerektiğini anlatan yapımlar da buna benzer bir karşılıkla yüzleşiyor. Seyirci artık yönlendirilmek istemiyor. Sessizlikten korkmayan, boşluk bırakabilen filmler daha uzun ömürlü oluyor.

Görünen o ki sinema ilk kez bu kadar net bir eşikte duruyor. Ya seyircinin önüne geçip ona bir şey anlatacak, ya da onun yanına geçip birlikte susacak. Siz hangisini tercih ederdiniz?