“19. Yüzyıl geleneksel tiyatromuz açısından da zengin bir repertuvara sahiptir. Meddah, Karagöz ve Orta Oyunu bahislerinde de görüleceği gibi, Türk temaşa sanatlarının çok gelişmiş, Batılı tiyatrolardan etkilenmek yerine onları etkileyebilecek yapıya ulaşmış olduğunu görürüz. Türkler her ne kadar Batılı manadaki sahne sanatlarını Tanzimattan sonra görüp benimsemiş sayılsalar bile, Tanzimattan çok daha evvel Türk toplumu Batılı tiyatrolardan haberdar olduğunu biliyoruz” der Gıyasettin Aytaş “Tanzimatta Tiyatro Edebiyatı Tarihi” adlı kitabında. Bedrettin Tuncel’in, Türklerin tiyatroyu 4 bin yıl önce bildiğini anlatır. Mehmet Fuat ise bu görüşü destekler nitelikte M. M. Nikoliç adlı yazarın şu satılarını aktarır yine aynı kitapta: “Tiyatro kültür seviyesi yüksek olan milletlere mahsus bir varlıktır; tiyatrosu olan memlekette şair, aktör ve seyirci bulunması gerekir. Bundan bin yıl önce, Türkler, büyük ve kültür seviyesi yüksek bir millet ve Orta Asya’da tesirli bir varlıktılar. Türk millet iyi harp ederdi; bu topluluğun içinde yüksek soydan gelmiş olanlar, halk ve yabancı milletlerden alınmış köleler vardı. Asilzâdeler kuvvetli ve hakimdiler, onlar güzel sanatları korumuşlardır; güzel sanatlar ilerlemiş ve Türkler arasında dünyanın en eski tiyatrosu meydana gelmiştir.”
Tarihi derinlemesine incelediğimiz vakit gördüğümüz parlak tablo nedense günümüz tiyatro sanatçılarını tatmin etmiyor olsa gerek! Sırtlarını döndükleri aydınlık geçmişe yüzlerini çevirseler yerli ve kimlikli eserlere imza atabilecekler aslında. Fakat ısrarla Batı’ya yüzlerini çevirmiş durumdalar ve bulundukları karanlıkta izleyiciyi de içine alıp debelenip duruyorlar. Hatta bu karanlık insanın uykusunu getiriyor.
Mesela haftaiçi prömiyer yapan yeni bir oyunu izlerken şahit olduğum bir anı paylaşmak istiyorum. Oyuncuları tanınmış isimler, konu ise evlilik üzerine olmasına rağmen oyunun akışı hemen yanıbaşımdaki beyefendiyi uykuya daldırmaktan alıkoyamadı. Uyku seviyesini horlamaya geçirip, kendi sesiyle uyanana kadar ben ve yanında oturan beyden başka sanırım bu manzaraya şahit olan olmadı. Karanlığın içerisinde sessiz sedasız sürekli aynı yere bakıp, dikkatinizi çekecek de bir aksiyon olmuyorsa uzun yolda gider gibi bir süre sonra gözler uykuya teslim oluyor herhalde. Komedisi komedi değil, hikayesi bizden değil, eşin dostun alkışlarıyla “biz bize” oynamaktan ne zaman vazgeçeceğiz!
Televizyon dizilerinde ailelerin iç yapısını bozuyor diye şikayet ettiğimiz halleri tiyatro sahnelerine taşıyınca durum değişmiyor! “Bir oyunla bozulacaksa senin ailen zaten yeteri kadar sağlam değilmiş” diyorsanız ciddi bir yanılgı içerisindesiniz. Çünkü sadece bir oyun değil, sezon içerisinde izlediğim çoğu eserin içeriği ‘kimin eli kimin cebinde’ paradigmasını karı-koca ilişkileri üzerinden ilerletiyor. “Medeni insanlar olarak artık dostuz ve ilişkilerimizi rahatça konuşabiliriz” diyenler olacaktır, kişisel tercih… Lakin toplumun genelinde halen 80’ler dizisi izleniyor, uzun yıllar süren evlilikler baş tacı ediliyor, birbirine karşı saygılı ve seviyesini bozmamış eşler örnek gösteriliyorsa demek ki arzu edilen aile kavramı sizin sahnede yansıttığınız gibi değil! Toplumdan kopuk sanat halka hitap edemiyor, halka ulaşamayan oyun izlenmiyor, sonra tiyatro salonları neden boş! Nedeni ortada…
Yakın bir zamanda kadınların alışveriş tutkusundan bunalmış dört erkeğin, bir AVM’nin bodrum katında kendilerine alan oluşturup, eşlerini ve hayatlarını nasıl çekiştirdiklerini anlatan bir oyun izledim. Yabancı bir eserden uyarlama olduğu için ‘kim kimin eşiyle birlikte’ diyalogları havada uçuşuyordu! Ahlak evrensel bir kavramdır! Sadece dindar insanlara has bir durum olmadığını, ‘ahlaki olsun’ dediğimiz vakit ‘çok gericisiniz’ yargılarıyla cümle kurulmaması gerektiğini keşke anlatabilsek! Geçenlerde yaptığım bir röportajda usta bir tiyatro sanatçımız “Onlar Londra’da güzel ama biz Türk seyircisiyle iş yapıyoruz. Seyircisiyle buluşmayan oyun da bence amacına ulaşmamıştır” demişti. Bu sözler durumu özetliyor…