Osmanlı’nın, son 200 yılını da ele alacak olursak;

Kültür duvarlarımızı defalarca gülleyle döven, alaşağı yapıp yok etmeye çalışan en büyük anane katillerimizden biridir, Fransız kültürü.

İşin garibi, o kadar bütünleşmişiz ki, hemen her normunu kanıksar olmuşuz.

Kolayca yutmuşuz.

Vereyim birkaç örnek, ne demek istediğim daha net anlaşılacaktır dostlar;

Mesela bir erkeğin, hiç tanımadığı bir bayanın önünde diz kırarak, eline buse kondurması…

Ne şimdi bu?

Bizimle ne alakası var?

Ne kültürümüzde, ne de dinimizde yabancı bir erkeğin, yabancı bir kadının bırakın eline öpücük kondurmasını,  samimiyet ve kardeşlik duygusu yoksa dokunamaz bile…

Ha, bizde de el öpme geleneği yok mu, elbette var.

Ama usturuplunca.

Tabi ki yaşlıların eli öpülür, öpülmekle de kalınmaz, alına konulur.

Yani, “ hatırınız başım gözüm üstüne” denir.

Böyle “şlolop” diye öpülmez tükürüklü tükürüklü, onun da bir ayarı vardır.

Makyaj…

Makyaj, Fransız kültüründen türeme oldukça yaygın bir gelenektir.

Bayanlardan ziyade, tarihte soylu erkekler de makyaj yapmıştır.

Amaç, yıkanmayan yüzlerindeki akne, sivilce ve pislikleri örtmektir…

Yani bir nevi kimyasal kamuflaj yöntemidir.

Kimyasal dediysem, öyle organik olanları da mevcuttur tabi; içerisinde kesif miktarda domuz ve salyangoz yağı, solucan suyu, fırçalarda maymun kılı gibi organik maddeler, hammadde olarak kullanılmaktadır.

İnanmayan araştırsın lütfen.

Çünkü abartmıyorum!

Kaplumbağa pisliğinden de üretilenleri var ama ondan hiç bahsetmeyeceğim, ısrar etmeyin lütfen!

Örnek aldığımız o nazik ruhlu Fransızların, tıpkı bugün olduğu gibi dün de, yıkanma kültürü olmadığından, bitlenmeyi engellemek için pudra kullanıyorlardı.

Yani erkekler de, kadınlar da hem şık görünebilmek, hem de kiri örtmek amacıyla saçlarına pudra sürüyorlardı.

Yıkanmıyorlar derken, elbette yıkanıyorlardır canım…

Haksızlık etmeyelim.

Bir söylentiye göre, 5 dakikalığına vücutlarına su tutup, çıkıyorlarmış.

E, insan kokmaz mı o zaman?

Kokar tabi!

Ama kolayı var;

Parfüm!

Evet, parfüm, Fransızların o yoğun vücut kokusunu saklamaları amacıyla icat edilmiştir.

Bugün, tüm dünya kullanıyor.

Ultra dikkat!

Fransızlar, Osmanlılarla tanışana kadar, tuvalet kültüründen de yoksunlardı.

Tek dişi kalmış “Medeni!” Avrupalı, tuvaleti bilmiyordu.

(Çok af edersiniz ama…)

Bir özel leğenin içerisine boşaltım yapıp, pencereden aşağı fırlatırlarmış pisliklerini.

Iyyy!

Evet, bence de ıyy!

Bi’dakika!

Bu pislikler, hiç mi, birisinin kafasına denk gelmiyordu?

Geliyordu elbette. Gelmez olur mu?

Ama onun da çözümü hazırdı;

Şapka!

Evet, insanlar, tepelerine yağan pislikten korunmak niyetiyle dengeli fötr şapkadan yararlanmışlardır.

Yere dökülenlerine de temas etmemek için topuklu ayakkabıyı icat etmişlerdir.

Komik ama gerçek!

Her icat, bir ihtiyaçtan doğar, tezinin en aşikâr resmi bu.

Yani bugün, dünyaya “modernizm” fişeklemeleriyle pompalanan birçok Fransız buluşu, böylesine saçma ve iğrenç nedenlerden ötürü peyda olmuştur.

Bitti mi?

Hayır!

Şimdi, Osmanlı’ya detay kesilelim;

Sultan Abdülmecid’in tahta oturduğu ilk dönemlerde,1839 Tanzimat fermanından sonra Osmanlı’da özellikle Fransız kültürü, “soyluluğun simgesi” haline getirilmişti.

Yani metamorfoz, ilkin sarayda başlamıştı.

Daha sonra kalburüstüne sıçradı derken, halka mâl oldu.

Soyluluk namına Osmanlı’da neler değişti, derseniz eğer;

“Hanedan çocuklarına Kur’an ve tefsir dersleri yerine vals, bale, piyano, heykeltıraşlık ve resim dersleri servis edilmeye başlandı. Hatta öyle ileri boyuta geldi ki bu, hanedan üyeleri dahi birbirine ‘mösyö’ ve ‘madam’ diye hitap etmeye başlamıştı” yanıtını veririm.

Mesela Sultan Abdülaziz Han’ın önemli sayılabilecek “Valse Davet, Gondol” gibi eserleri mevcuttur bu minvalde.

1525’te Fransa’da Kanuni’nin ültimatomundan itibaren, balenin iki yüz yıl aksadığını biliyoruz o coğrafyada.

Olaya bakın; öz dedelerinin kat’iyyen yasakladığı, icabında Paris’e bile girmeyi göze aldığı bir aktiviteyi o dönemlerde öz torunları, Osmanlılar icra etmeye başlamıştı.

Bu, Fransızlar namına başarı aidiyetidir.

Evet, acı ama gerçek!

Osmanlı bir yana…

İşin garibi, bugün hala elit kesim, çocuklarını Fransız kültürüyle büyütmeye çalışıyor ülkemizde.

Sırf entelektüel olmak adına…

Cânım Türk kültürü dururken.

Ha bizdeki “münevver şahsiyet”  ha “entelektüel insan”.

Aynı kavram.

Sadece bir isim değişikliği mi modernize etti şimdi?

Fransızlar namına hiç mi beğendiğim bir şey yok?

Var elbette…

Fransızca şarkılara bayılırım örneğin.

Ama bu, onların kültürel varlıklarını hayatımın merkezine oturtacağım anlamına gelmez.

O, orada kalır.

Ama maalesef Frankofoni, kanımıza öylesine şırıngalanmış ki, kelime haznemizi de yoğun olarak işgal etmiş;

Averaj, Angajman, Asansör, Akümülatör, Arsenik, Artikülasyon, Asosyal, Asimetrik, Alabros…

Balyaj, Bagaj, Biseksüel, Bordür, Betonarme, Buton, Baget, Buket, Bujiteri…

Ceket…

Debriyaj, Demokrasi, Direkt, Direktif, Dezenfekte, Dezenformasyon, Dejenere…

Elit, Entelektüel, Entegre, Espiyonaj-Kontrespiyonaj, Egzotik, Elektrik…

Far, Fondöten, Fren, Fermuar…

Guatr, Gurme, Gaz, Grip, Garson…

Jel, Jöle, Jilet, Jet, Jinekolog…

Krem, Küvet, Kaset, Kamyon, Kamyonet…

Marş, Makyaj, Makine, Makinist, Motor…

Lavabo…

Robdöşambr, Rezidans, Rekor, Ruj…

Palet, Paleografya, Porselen…

Son olarak;

Tiraj, Tij, Tölerans, Televizyon, Tuval…

Ve dahası…

Şimdi buraya dikkat;

(Çok affedersiniz)

TUVALET.

Evet, bir zamanlar onlara öğrettiğimiz hela, olmuş bize tuvalet.