İRAN’A GİTMEDEN ÖNCE…

Çocukluğumdan bu yana sosyal olaylarla yakından ilgilenirim. Küçük yaşlarda dünyadaki Müslümanların sorunlarını takip etmeye başladım. Eritre’de, Moro’da, Açe’de, Filistin’deki Müslüman yapılar ilgimi çekerdi. 1979 yılında lise öğrencisi iken İran’da gerçekleşen İslâm devrimi beni heyecanlandırmıştı. O tarihlerde büyük bir ülke olan İran da İslâm adına halk devrimi gerçekleşiyordu. Bu devrim ümmetin diğer devletlerine de iyi örnek olur diye umutlanmıştım. Çünkü Osmanlı’dan sonra ümmetin sahipsiz olduğunu düşünüyordum. Yaşımız elliyi geçti, hâlâ ümmetin sahipsizliği beni hüzünlendiriyor. İran devrimi ümmeti kucaklama aşkıyla yola çıktı, sonra zaman içinde Şiilerin sesi olma yoluna girdi. Şimdilerde milli bir devlet olma yolunda ilerliyor. İranlılar İslâm adına hangi ekonomik, sosyal, siyasal projeyi ortaya koydular, ben bilmiyorum. Bilenler varsa söylesin.

Konu İran olunca kendisini ziyaret etmeden uzun yıllar önce hissettiklerimi aktarmak istedim. Bugünlerde İran yine Suriye meselesi ve Mecidi’nin filmi nedeniyle gündemde. Suriye meselesinde tavrını ancak milli Şii devleti tavrıyla açıklamak mümkün. Mecidi’nin son filmi de özellikle sanat camiasında yoğun tartışmalara neden oluyor.

İRAN

İran dünyanın aynı isimle en uzun yaşayan devleti. İran, milattan önce 6 binli yıllarından başlayarak 1935 yılına kadar Pers İmparatorluğu olarak anılmış. 1935 yılında Şah Rıza devletin adının İran olarak kullanılmasını istemiş. O tarihten sonra İran olarak ifade edilmiş. Ancak 1979 yılında İslâm devriminden sonra devletin adı İran İslâm Cumhuriyeti olarak değiştirilmiş. Türkiye’nin yaklaşık iki katı büyüklüğünde araziye sahip. Kuzeyde Azerbaycan’dan başlayıp Basra körfezine uzanıyor. Farklı iklimleri bünyesinde barındırıyor. Her türlü sebze ve meyve yetişiyor. Petrol ve doğalgaz zengini bir ülke. Aslında iklim özellikleriyle kendi kendine yeten bir ülke. Belki de bu yüzden bütün ambargolara dayanma gücü bulabiliyor.

İran 1979’da Ayetullah Humeyni tarafından gerçekleştirilen devrimden sonra Amerika ve Avrupa ile büyük sorunlar yaşadı. Devrimden sonra Amerika ile yaşanan büyükelçilik krizi hâlâ hafızalarımızda. Daha sonra 8 yıl süren İran-Irak savaşı. Bu savaşta yüz binlerce insan öldü. Devrimden yeni çıkmış İran’ı kısa sürede işgal etmeyi planlayan Saddam ani bir saldırıyla İran topraklarını işgal etti. Saddam Batı ülkelerinden ve Arap ülkelerinin birçoğundan büyük destek gördü. Kaderin cilvesi, İran savaşında kendisini destekleyen ülkelerin destekleriyle Saddam trajik bir şekilde yok edildi. İran’ın Batı’yla olan sorunlu ilişkisi günümüzde de nükleer silâh pazarlığı üzerinden devam ediyor. İşin ilginci İran’ın nükleer silâh yapmasını önlemeye çalışanların kendilerinin nükleer silâha sahip olması. Hani derler ya, ele verir talkını, kendi yutar salkımı.

TAHRAN

İran’a iki defa gitme imkânı buldum. Birincisinde 12 yıl önce MÜSİAD’ın bir organizasyonu dolayısıyla kalabalık bir heyetle Tahran’a gittik. Havaalanında bizi karşılayan İranlı dostlarımız hızlı bir şekilde geçişimizi sağladılar. İran devriminden sonra Müslümanlığıyla hep gündeme gelen İran İslâm Cumhuriyeti’nin başkentinin minaresiz şehir silüeti beni şaşırttı. İstanbul’da yaşayan birisi için Tahran gerçekten İslâm şehri görünümü açısından sınıfta kalır. Tahran’ın çok eski bir şehir olmadığını öğreniyorum. 1876 yılında bir köy olan Tahran Türk olan Kaçar hanedanı tarafından başkent ilan edilmiş. Elburz dağlarının eteklerinde kurulmuş Tahran bugün 15 milyon nüfusuyla İran’nın en büyük şehri. Tahran deyince aklımda kalan şeylerin başında trafik geliyor. Gerçekten trafik bir felâketti. Herhangi bir trafik kuralının işlemesinin imkânsız olduğu yollarda herkes kendi kuralını koyuyor.

MÜSİAD’ın IBF (Uluslararası İş Forumu) toplantısı çok gösterişli bir büyük bir salonda yapıldı. Bu toplantıya birçok İslâm ülkesinden çok sayıda delege katıldı. Toplantı salonunun dışında bulunan lobide katılımcı ülkelerin standlarla tanıtımı yapıldı. Toplantı salonunun altında bulunan mescidde namazlarımızı kılarken biz Ehl-i Sünnet Hanefilerin alışık olmadığı bir uygulamayla karşılaşıyoruz: Mescidin girişinde bulunan kare şeklinde magnete benzeyen taşlar var. Şii kardeşlerimiz namaza girerken bu taşlardan yanlarına alarak mescide giriyorlar. Bu taşları secde edecekleri yere koyuyor ve onların üzerine secde ediyorlar. Hatıra olsun diye ben de yanıma bu taşlardan alıyorum.

Heyet halinde yemeğe katılıyoruz. Genelde yemekler etli ve alışık olduğumuz türden; ancak pilav hariç. Pilavlar ince pirinçten ve yağsız yapılıyor. Bizde en çok kilo yapan yemeklerin başında pilavın geldiğini biliyoruz. İran’da fazla kilolu insana rastlamadım. Acaba yağsız pilav yemekten mi kaynaklanıyor? Yemekte bir içecek dikkatimi çekiyor. Bira şişelerine benzeyen şişelerde renginde biraya benzeyen bir içecek çok tüketiliyor. Dayanamayıp İranlı dostlarımıza soruyorum. Bunun alkolsüz arpa suyu olduğunu söylüyorlar. Gene de bana alkolü hatırlattığı için bu içecekten hoşlanmadığımı söylemeliyim.

Kaldığımız otelde Tahran Büyükelçimizle iki ülke arasında hangi konularda iş imkânları olabileceği üzerinde konuşuyoruz. Büyükelçimiz en çok dikkat edilmesi gereken konunun güvenilir iş ortağının bulunması olduğunun altını çiziyor. Daha sonraki yıllarda İranlılarla iş yapmanın ne kadar zor olduğuna dair çok şey duydum.

TAHRAN’DA ÇARŞI PAZAR

Piyasayı gözetlemenin en iyi yolu çarşıya çıkmak. Bizde öyle yapıyoruz. Yüzlerce dükkânın olduğu bir kapalı çarşıya giriyoruz. Dükkânlar da çok kalabalık. Mücevher ve hediyelik eşya dükkânları dikkat çekiyor.

Tahran’da iki tarafı ağaçlı geniş caddeler var. Caddelerin kenarlarında su akan arklar buralara güzellik katıyor. Türkiye’de okumuş rehberimiz bizi hediyelik eşya satan bir dükkâna götürüyor. Halı ve kilimlerin yanı sıra ahşaptan yapılmış desenli hediyelikler çok güzel ve fiyatları da uygun. Hediyelikler geleneksel sanatlarla süslenmiş. Heyetimiz epeyce yüklü miktarda alışveriş yapıyor. Caddenin üzerinde bulunan bir kuruyemiş dükkânına giriyoruz. İran fıstıklarından almak istiyoruz. İran fıstıkları bizim Antep fıstıklarından daha büyük oluyorlar. Ancak geçenlerde Siirt’te gördüğüm fıstıklar da İran’dakiler kadar büyüktü. Dükkân sahibi İstanbul’dan geldiğimizi öğrenince başlıyor Türkçe konuşmaya. Kendisinin Azeri Türkü olduğunu söylüyor. Alışverişten sonra bize hediye bir şeyler vermek istiyor. Almak istemiyoruz, ancak ısrar ediyor, yapacak bir şey yok hediyeyi kabul ediyoruz.

Heyet halinde Altın Müzesini geziyoruz. Burada görülmeye değer orijinal eserler var. Daha sonra Şah’ın saraylarını görmeye gidiyoruz. Saraylar devrimden sonra müze haline getirilmiş. Geniş bahçeler içinde cam işçiliğiyle dikkat çekiyor saraylar. Sarayın birisinde her yer camdan oluşmuş aynalardan yapılmış. Bu saraylar İran’ı uzun dönem yöneten Kaçar ailesi tarafından yapılmış. Bu saraylarda 1912 yılına kadar dil olarak Türkçe konuşulurmuş. Hatta Şah Rıza Pehlevi’nin de Kazak olduğunu söylediler. Ancak İran’da mezhep milliyetin önünde duruyor.

Dikkatimi çeken başka bir şey de büyük çoğunluğun Türkçe bilmesi. Yani İran’da Farsça bilmeseniz de Türkçe ile idare edersiniz. Örneğin yoğun trafikte zor bulduğumuz taksiciye İngilizce derdimizi anlatırken ben “Türkçe biliyorum. Türkçe danışabilirsiniz” diyor. Türk olup olmadığını soruyoruz. Kendisinin Acem olduğunu söylüyor. “Türkçeyi nerede öğrendin?” sorumuza gülerek “Biliyorum” cevabını alıyoruz.

Tahran’a gelip de İslâm devriminin liderinin evini görmeden olmaz. Humeyni’nin küçük bir camiin yanında bulunan hücresini ziyaret ediyoruz. Sade bir kişilik oda. Yanında mescid var. İmam bu mescidde vaaz edermiş. Görevliler bize kitaplar hediye ediyorlar. Sonra şehrin ortasında yapılan Azatlık Anıtını uzaktan seyrediyoruz.

Heyet kalabalık olunca hemen organize olup hareket etmek zor oluyor. O nedenle bir kaç kişilik ekipler oluşuyor. Meslek sinemacılık olunca İran’a gelip de bir İran filmi seyretmeden olmaz. Arkadaşlarla otelin yakınında bulunan sinemada herhangi bir filme giriyoruz. Film bir aile dramını anlatıyor. Dilini anlamasak da filmi sonuna kadar seyrediyoruz. Seyrettiğimiz ödüllü İran filmlerinden birisi değil. Orta seviyede bir film. Sonra seyretmek üzere birkaç İran filmi aldım, ancak seyredemedim. Filmleri alırken bizim paramız gibi bol sıfırlı Tümenler verdik. Biz daha sonra paramızdan 6 sıfır atarak rahatladık. Darısı İranlı kardeşlerimizin başına.

Farklı programlar yaptığımızı anlayan arkadaşlar arasında benim Tahran’ı iyi bildiğim ve özel programlar yaptığım dedikodusu yayılmaya başlamış. Fısıltı gazetesi anında etkisini gösterdi. Akşam birkaç arkadaşla otelden ayrılırken büyük bir grubun kapının önünde bizi beklediğine şahit olduk. Çare yok, büyük bir ekiple rehberimizin tavsiye ettiği yüksek bir tepede bulunan ve Tahran ‘ı yukarıdan gören bir Azeri kıraathanesine gittik. Araçları bıraktıktan sonra epeyce bir mesafe yürümemiz gerekti. Nargile ve çaylar içildi. Uzun sohbetler edildi. Gece yarısına doğru otele döndük. Ertesi akşam gene büyük kalabalığın baskısı sonunda eski içkili gazinoların yerini alan müzikli yemekli lokanta ve eğlence yerlerine dönüşmüş bir mekâna gittik. Ana salon ve localı mekânda biz locayı tercih ettik. Mekân aileler tarafından doldurulmuş. Müzik grubu İran ve Azeri müziğinden güzel örnekler sundular. Bir iki talebimizden olumlu sonuç alamadık.

Tahran’nın trafiğini arttıran ana etkenlerden biri de kadın sürücülerin trafikteki yoğunluğu. Gecenin geç saatlerinde hem sokaklarda hem de trafikte kadınların ağırlığı hissediliyor. Kadınlar tesettür içinde. Bu durum toplumun işleyişini de belirliyor. Cadde ve sokaklarda açık giyimli kadın yok. Ancak başörtüleri çok kadında yarım duruyor. Saçlarının bir kısmı görünüyor. Bu durum acaba Şia mezhebinin farklı yorumundan mı kaynaklanıyor?

Biz kadınların hayata bu kadar katılmalarının nedenlerini tartışırken İstanbul dönüşünde uçakta verilen gazetenin birisinde bir haber dikkatimi çekiyor. Haber şöyle: İran’da kadınlar hapis hayatı yaşıyor. Bu mealde bir manşet ve altında asparagas cümleler. Bu haber de İran’a medyamızın bir kısmının bakışını yansıtıyordu.

Önümüzdeki hafta İran’ın kuzeyine Tebriz ve Zencan’a yaptığınız yolculuktan izlenimler aktaracağım.