Sinemada her dönem bir şeyler değişiyor ama sabit kalan tek şey şu: Hakiki olan bağırmadan da anlatılır.
Uzun süredir kendime aynı soruyu soruyorum: Biz ne ara bu kadar “gösteriye” tutunduk? Renk patlamaları, dev efektler, abartılı duygular, devasa karakterler… Sanki film dediğin şey ne kadar gürültülü olursa o kadar değerliymiş gibi bir yanlış inanç yerleşti hayatımıza.
Geçtiğimiz gün izlediğim “Yan Yana” bu alışkanlığı tokat gibi yüzüme vurdu. Filmin büyük bir iddiası yok, seyirciyi altüst edecek bir sürprizi de yok. Buna rağmen salonu sessizce içine alan başka bir gücü var: Samimiyeti.
Hikâyeyi biliyoruz. Fransız yapımı “Intouchables”ın uyarlaması. Bedeninin neredeyse tamamı felçli ama kafasının içi pırıl pırıl, zeka dolu, yaşam sevinciyle taşan bir adam ve ona bakıcılık yapan alt sınıftan bir genç. Birbirine benzemez iki insanın zamanla kurduğu dostluk. Böylesine basit, herkesin hayatında duyabileceği bir hikâye. Fakat izlerken şunu fark ettim; Sadeliğin hâlâ işe yaradığını unutmuşuz.
Feyyaz Yiğit ve Haluk Bilginer’in uyumu, mizahın temizliği, duygunun abartılmadan verilmesi… Hepsi tam kararında. Hiçbiri bağırmıyor. Hiçbiri “Bak ne kadar duygusalım!” diye tutmuyor kolundan. Seyirciyi manipüle etmiyor.
Zira sinemada her şey büyük olmak zorunda değil. Bazen bir bakış, bir replik, bir sessizlik yeter. “Yan Yana” bize bunu tekrar hatırlattı. İnsan hikâyesi dediğin şey, aslında çok küçük detaylarda saklı. Yalın bir mizah, zorlanmayan bir duygu ve iki karakterin birbirini gerçekten “görmesi.” Seyirci olarak biz de bunu özlemişiz. Artık kahraman değil sahicilik istiyoruz. Gürültüsüz, abartısız, fazla iddia taşımayan ama içten. Belki de o içtenlik seyirciye de bir şekilde geçiyor. Bunu sol tarafımda oturan Merve ve Faruk’un sahnelere verdiği küçük tepkilerden, sağımda oturan karım Serap’ın sevdiği yerlerde bana dönüp gülümsemesinden anlayabiliyorum.
Sinema, kalabalığın ortasında söylemediğin cümleyi senin yerine fısıldayan bir sanat. “Yan Yana”, o fısıltının ne kadar güçlü olabileceğini gösteriyor. Hayat, birbirine benzemeyen insanların kurduğu küçük köprülerle güzelleşiyor. Birinin eksik olduğu yeri diğeri tamamlıyor. Biri durduğunda diğeri yürütüyor.
Biz yıllardır sinemada dev hikâyelerin peşindeyiz ama bazen en büyük hikâye, kolunu kaldıramayan bir adamın içindeki yaşam tutkusunda saklı. Ya da onu tekrar güldüren bir dokuz sekizlikte. Benim de dilime dolanan o şarkı… bu yazıyı yazarken bile kafamın içinde dolaşıyor. İTFAİYE İTFAİYE…