Sanayi Devrimi’nin başlangıcı ile İngiltere’de yaşanan ve zalimlik boyutuna ulaşan işveren insafsızlıkları meşhurdur. Çocukların ve kadınların çektiği çileler klasikler arasında sayılan birçok romanda yürekleri parçalayacak detaylarla işlenmiş ve bu zulümler gün gelip işçilerin komünizm idealinin Karl Marx’ın tabiri ile “ Avrupa’nın üzerinden bir hayalet gibi gezmesine” neden olmuştur. Elbette bu zulümler sadece İngiltere’de değil tüm Avrupa’da yaşandı. Fakat en başta ve en çok İngiltere’de…

Devran dönüp İngiltere’de üretip artıp yavaş yavaş işçilerin ev bugünün orta sınıfına denk gelen kesimin geliri artmaya yani ücret ve kazançlar çoğalmaya başlayınca bir yandan refah bir yandan talep arttı, üreticiler maliyet işinin içinden çıkamaz hale gelmeye başladı.

İngiltere sanayisi yeni teknolojilere yaptığı yatırımlarla kaliteli mal üretiminin peşine düşüp kar maksimizasyonuna yönelirken, seri üretimli düşük kaliteli işler yavaş yavaş Almanya’ya kaydı. O dönemlerde bugün ciddi bir kaliteyi temsil eden “Made in Germany” ifadesi “düşük kaliteli mal anlamına geliyordu”. Hatta öyle ki 1887 yılında, Alman sanayi üretimine ait “düşük kaliteli” malları İngiliz tüketicilere görünür kılmak için Britanya Parlamentosu bu amblemin kullanılmasını tarafından şart koşuldu.

Tabi ki zaman geçtikçe Almanlar da teknikte ilerledi ve profesyonelleşip yüksek kalitede ürün üretebilir potansiyele ulaştı. Söz konusu süreç ABD’de de aynı gelişimi gösterdi. ABD savaşlardan uzak pozisyonu, teknik konusundaki hızlı gelişimi ve sonsuz doğal kaynaklarıyla dünyanın bir numaralı üreticisi haline geldi.

İngilizler gibi yüksek kaliteye yönelen bu iki devlet de tıpkı onlar gibi zamanla emek-yoğun işlerini yaptırmak üzere maliyetlerin düşük olduğu fakir ülkelere yöneldiler. Uzakdoğu’da onlarla aynı yolda yürüyen Japonya’da aynı arayıştaydı. Zamanla Uzakdoğu’da bu işlerin yaptırıldığı ülkeler bu defa yükselişe geçti. Asya Kaplanları olarak bildiğimiz Tayvan, Singapur, Hong Kong ve Güney Kore gibi ülkelerin gelişimi de kapitalizmin bu değişmez döngüsünden nasibini alıp zenginleştiler kalkındılar.

Bugün sıra kaçınılmaz olarak Çin’e geldi. 1 milyar 400 milyonluk nüfusu ile yıllardır emek-yoğun üretim açısından dünyanın fabrikası olan Çin’de 400 milyonluk bir orta sınıf ortaya çıkmış durumda. 2000 yılında gayrisafi milli hasıları 1,2 trilyon dolar olan ve kişi başı GSYİH’si 959 dolar olan Çin 2021 yıl sonu itibariyle 17,7 trilyon dolarlık GSYHİ’si ve 12,500 dolarlık kişi başı GSYHİ’si ile büyük bir dönüşüm içerisine girmiş durumda. Yani bir zamanlar açlıktan kurtulmak için çalışanların ülkesi olarak anılan Çin’de bugün işler çok farklı bir boyuta ulaştı.

Yukarıda anlattığımız üzere, her ne kadar adı Çin Komünist Partisi olan bir organ tarafından da yönetilse tam anlamıyla devlet kapitalizmi olarak isimlendirilen bir sistemle yönetilen Çin’in de artık yüksek teknolojiye yönelmesi, emek-yoğun işlerden sıyrılıp sermaye/teknoloji-yoğun işlere yönelmesi gerekiyor. Çin de zaten bu yönelim 2012 yılında başlamış olup o tarihten buyana hızla devam ediyor. 2025 yılı itibariyle “Made in China” damgasının dünyadaki algısını artık bir yüksek teknoloji işareti olarak değiştirmeyi devlet politikası haline getirmiş olan Çin’in; 2019 yılında ABD ile arasında gelişen, Trump’ın Çin’i casuslukla suçlaması sonrası FBI’ın harekete geçmesiyle başlayan, Ticaret Savaşları’nın en önemli meselelerinden olan ve sonucunda da Huawei Davası olarak gündeme düşen olaylar silsilesi aslında bu teknolojik gelişim seviyesi hususunu nerelere ulaştırdığını ve müthiş başarısını  gösteriyordu.

Evet, Çin’in emek-yoğun işlerini transfer edileceği ülkeler meselesi sermaye/teknoloji yoğun üretimle dünyaya yamak istediği yüksek kaliteli ürünler için son derece önemli. Bu ürünlerin üretilmesinde ve dünyaya taşınmasında Türk Coğrafyası olmazsa olmaz şeklinde nitelendirilecek bir saha. Çin’i sürdürülebilir bir şekilde dünyanın bir numaralı ekonomisi yapması ve dünya ticaretinin yönünün değiştirilmesi için tasarlanan Bir Kuşak Bir Yol Projesi’nin gerek güzergahı gerekse bu yolla dünyaya yayılacak ürünlerin üretimi açısından Türk Devletleri Teşkilatı, Çin devlet aklına ciddi mesai harcatıyor.

Çin’den başlayıp Avrupa’nın merkezine kadar uzanan BKBY Projesi’nin Asya’daki karayolu hattında Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan, Özbekistan ve Türkmenistan bulunuyor. Yani tam kadro Türk Devletleri Teşkilatı projenin karayolları açısından tam da merkezinde yer alıyor. Projenin yine karayolu açısından Avrupa’ya açılan kapısı da Türkiye olunca son dönemde dünya güç dengeleri açısından yakından takip edilen TDT’nin Çin açısından ne kadar kıymetli olduğu daha da iyi anlaşılıyor.

SSCB’nin dağılışından sonra kendi iç dünyalarına dönen Türk devletleri üzerinde ticari ve finansal girişimlerle artan Çin nüfuzunun tehlikesi, Şi Cinping, 7 Eylül 2013'de, Kazakistan'daki Nazarbayev Üniversitesi'nde yaptığı "İpek Yolu Ekonomik Kuşağı" konuşması ile ilan edilen BKBY Projesi çok daha iyi anlaşılmış olup, 2016 sonrası Türkiye’nin Rusya ile gelişen ilişkileri kapsamında tekrar ele alınmış ve Türkiye’nin tarihsel bağları ile bölgede, hem ABD tarafından istikrarsızlaştırılan Pakistan- Afganistan hattına set çekilmesi hem de Çin’in Doğu Türkistan politikalarıyla işaret verdiği yayılmacılığının önü kesilmesi adına bir birliğin oluşturulması elzem hale gelmiştir.

Sonuç olarak yorumlayacak olursak, meselelere yukarıda paylaşılan gelişmelerin ve verilerin açtığı bir pencereden bakılınca, asırlar önce Türklere karşı inşa edilen Çin Seddi’nin modern anlamda bir karşılığı sayılabilecek olan TDT’yi bu manada barışçıl ve korumacı bir Türk Seddi olarak değerlendirmek yanlış olmaz diye düşünmekle beraber; birliğin maksadının Çin’i sıkıştırmaktan ziyade dünya ekonomisinin tüm kodlarının değiştiği bir süreçte Türkiye’nin ve Türk devletlerinin amacının bu süreçte yönlendirilen değil, yönlendiren olmayı ve bu değişimden hakkına düşen payı sürecin ortağı olarak almayı planladığını ön görüyorum.

Hindistan ile sıkıştırılan ve ABD ile kıyasıya mücadele halinde olan Çin için, önünde Avrupa’nın merkezine kadar uzanan güvenli bir koridor oluşturulması ve hem iş gücü hem de pazar olma açısından büyük bir potansiyelin sunulması son derece cazip gelişmelerdir. Çin’in böylesine kaotik bir ortamda birlikle mücadele yerine onunla makul şartlar çerçevesinde anlaşma yoluna gideceğini, bu sayede de birlik üyesi ülkelerin ciddi yatırımlara ev sahipliği yaparak hızla büyüme trendine gireceğini, sürecin sağlıklı yönetilmesi mümkün olursa önümüzdeki 20 yıllık süreçte TDT’nin dünya ekonomisi açısından çok önemli bir güç haline gelmesinin mümkün, hatta kaçınılmaz olduğunu düşünüyorum.