Kıymetli okurlarım;

İçinde bulunduğumuz bu salgın süreci gereği 11 ayın sultanı Ramazanımız bu yıl oldukça mahzun geçiyor. Kalabalık iftarlar, konu komşu bir araya gelerek açtığımız iftar sofralarımız yok bu ramazanda. Sultanahmet’ten, Çamlıca’dan, Aziz Mahmut Hüdai Hazretleri’nden, Şeyh Yahya Efendi Hazretleri’nden, Eyüp Sultan’dan tecrit edilerek yaşadığımız bu mübarek günleri bir İstanbul aşığı, bir İstanbul sevdalısı olarak mahzun görüyorum kendimce…

Ayasofya’nın hali ile hâlleniyor Sultanahmet Camii’nde, bizim sokakta, Esenler’deki Bilal-i Habeş-i Camii’nde… Tüm camiler tıpkı Ayasofya gibi cemaate hasret, bırakın teravih namazını cuma namazı bile kılamıyoruz. Bütün kardeşlerimizle bir araya geldiğimiz Bayram Namazımızın durumu ise hâlâ belirsizliğini koruyor. Bütün hayatımızı interaktif olarak sürdürmeye çalışıyoruz…

Evet, bu sürecin eksileri çok fazla. Ancak artıları da yok değil. Bu sürecin en büyük katkılarından biri düşünmek, “Tefekkür etmek” olacaktır sanırım. Etrafımızla bağlantımızı kestiğimiz bu günlerde kendi içimize dönüp biraz daha kendimizi tanırken, hayat rehberimiz Kuran-ı Kerim’i anlamak için eşsiz bir zaman diliminin içinde bulunuyoruz…

Sözün özü, belki de çok kısa zaman sonra geçecek bu günlerin ardından eski Ramazanlardaki gibi Sultanahmet Meydanında büyük bir kalabalık ile iftar açtıktan sonra Ayasofya’da Akşam Namaz kılacağımız günlere de yakın inşallah…

Mihmandar-ı Nebi Ebu Eyyûb El-Ensarî

Dostlar bugün sizlerle İstanbul’un Fethi esnasında Fatih Sultan Muhammed Han Hz.lerinin hocası Akşemseddin Hz.lerinin rüyası ile kabri bulunan Efendimizi (sas) evinde misafir eden Mihmandar-ı Nebi Ebu Eyyup El Ensari Hazretleri’nden ismini alan, belki de bu mahzun Ramazan ayında en çok gidip görmeyi ve huzurunda dua etmeyi isteyeceğimiz yer olan Eyüp Sultan’da birkaç mekânı ziyaret edeceğiz.

Ya Vedud (Abdulvedud Türbesi) Hz. Türbesi ve Mescidi

Bugünkü Rotamız Ayvansaray Köprüsü’nün hemen altından başlayacak. İlk durağımız Ya Vedud (Abdulvedud Türbesi) Hz. Türbesi ve onun tam karşısında yer alan Hicri 1219’da inşa edilen mescidi olacak. Ya Vedud (Abdulvedud Türbesi) Hz. Türbesi belki de bir başka sefer ziyaret edeceğimiz, Hz. Kab Camii ve Türbesi’nin, Efendimiz (sas) sütkardeşi olan Ebu Şeybe El-Hudri Hazretleri’nin türbesinin tam karşısında bulunur.

Ya Vedud (Abdulvedud Türbesi) Hz. Türbesi ve onun tam karşısında yer alan Hicri 1219’da inşa edilen mescidi olacak.

Ya Vedud Hazretleri, Buhara’dan İstanbul’un fethine katılmak üzere gelen büyük bir âlimdir. Fetih sonrası Ayasofya civarına yerleşerek burada talebe yerleştirmiştir. Bir zaviyesi de Eyüp’teki bu mekânda olup vefatı sonrası Fatih Sultan Mehmet tarafından zaviyesinin bahçesine defnedilmiştir.

Türbe, kesme taştan yapılmış olup kare planlıdır. Dokuz pencereden ışık alır. Çatısı ahşap ve kiremit döşelidir. Türbede dört kabir vardır. Büyük ahşap sanduka Yâ Vedûd Hazretleri’ne aittir.

Demir kapısı üzerinde şöyle yazar:

“Cennet-mekân Sultan Abdülaziz Han Hz. ninrûh-ı şerifleriy-çün Vâlidei muhteremden itmam ve ma’mûr eyledi.”

Türbeyi şimdiki şekliyle yaptıran Pertevniyal Valide Sultan’dır. Burada yolun hemen karşısında birde mescidi vardır.

1856 Yılında Abdülvedud Hz.lerinin türbe ve camisini restore ettiren Pertevniyal Valide Sultan tarafından buraya barok bir çeşme ilave edilmiştir. Tepede sivri tarzın altına zeytin dallarından bir rozet yerleştirilmiş, içine besmele kondurulmuştur. Besmelenin altında Enbiya suresinin 30. ayeti: “Biz canlı olan her şeyi sudan yarattık.” yazmaktadır. Genellikle çeşme kitabelerinde kullanılan bu ayet-i kerime dışında eserin merkezinde bir hadis-i şerif yer alır. “Malların hayırlısı Allah yolunda infak edilendir.”

Çeşmenin şuandaki durumu açıkçası her önünden geçtiğimde içimi yakıyor. Çeşmenin üzerinde şu anda aslına uygun olmayan biçimde “Harap olan bu çeşmeyi Haydar Süleymangil tarafından yeniden imar edilerek Hz. Fatimatüzzehra Annemize Hediye Edilmiştir.” yazmaktadır.

Feshane

Ya Veduh Hz.lerini ziyaret ettikten sonra hemen yolun Haliç tarafında kalan kısımda heybetli bir bina karşılayacak bizi. Bugün daha çok önünde bulunan eğlence tesisi ile akıllarda kalan Feshane 1826’da Yeniçeri Ocağı’nın II. Mahmut tarafından kaldırılması ile yeni ordunun üniformalarının hazırlanması için kurulmuş bir tesistir. Bir süre sonra üniformaların Avusturya’dan temin edilmeye başlanması üzerine sadece fes üreten bir yer olarak kalmış ve bu dönemden itibaren de ismi Feshane olarak anılmaya başlanmıştır.

Defterdar Camii

Feshane’nin hemen karşısında Defterdar Caddesi üzerinde inşa edilmiş cami, Kanuni Sultan Süleyman devrinde 1537-1542 ve 1544-1546 yılları arasında olmak üzere toplam yedi yıl kadar baş defterdarlık yapan Nazlı Mahmut Çelebi tarafından yaptırılmıştır. Caminin banisi Mahmud Çelebi, aynı zamanda ünlü hattat Şeyh Hamdullah’ın yanında yetişerek ondan icazet almış bir hattattır. Yaptırdığı bu caminin son cemaat yerinden harime açılan cümle kapısı kemeri üzerindeki üç beyitlik Arapça manzum tarih bizzat onun hattıyla yazılmıştır.

Caminin bir Mimar Sinan eseri olduğu söylense de onun eserlerini sayan tezkirelerde bu camiinin ismine rastlanmamıştır.

Banisi aynı zamanda hattat ve defterdar olduğu için caminin minare âlemi diğer camilerden farklı olarak bir hokkanın içindeki kalem şeklinde yapılmış, fakat zamanla kalem düşüp kaybolmuş ve 22 Mayıs 1766 depreminde harap olan cami tamir edilirken kalem de yeniden yerine konulmuştur. Ancak daha sonra 1940’lı yıllarda kalem tekrar düştüğü gibi 1970’li yıllarda hokka da yok olmuştur. Günümüzde cami minaresinde bu divit ve hokka temsili olarak yer almaktadır.

Caminin hazîresinde pek çok mezar taşı arasında son derece ilgi çekici bir mimariye sahip, banisi Defterdar Mahmud Çelebi’nin türbesi bulunmaktadır. Kare planlı bir açık türbe olan bu küçük yapı, baklavalı başlıklı dört mermer sütuna oturan dört sivri kemerden ibarettir.

Ayrıca caminin haziresinde Türk Kızılayı kurucularından Abdullah Bey’in kabri de yer almaktadır.

Caminin cadde üzerindeki duvarında kapının yanında aynı tarihlere ait olduğu anlaşılan bir de çeşme vardır.

Cellât Mezarlıkları

Başka bir zaman diliminde İnşallah Efendimizin mihmandarı Eyüp Sultan Hz.lerini ve onun komşularını da birlikte ziyaret etmek üzere buradan Karyağdı Tepesi’ne çıkıyoruz. Karyağdı tepesi, İdris-i Bitlis Tepesi isimleri bugün bize unutturulmuş olsa da Eyüp Sultan Hz.lerinin huzuruna hiç yakışmayan bugün PierLoti ismiyle bildiğimiz tepenin asıl ismidir aslında.

Cellat, idam hükümlerini icra eden şahıslara verilen addır. Mecazen, merhametsiz, zalim, gaddar, hunhar yerine de kullanılır. Arapça kırbaçlamak manasına gelen “celd” mastarından mübalağalı ism-i fail olan cellât, “kırbaçlayan, çeşitli eziyetler uygulayan” anlamına gelmekle birlikte daha çok ölüm cezalarını infaz edenler için kullanılan isimdir. Cellâtlığın bir görev olarak ne zaman ortaya çıktığı tam olarak bilinmemekle birlikte eski çağlardan beri var olduğu kesindir. Eski Roma’da ölüm cezalarını önceleri halk yerine getirirken daha sonra bu iş için özel görevliler tayin edilmiştir. Avrupa ülkelerinde de infaz görevi değişik kişiler tarafından ifa edilirdi. Ortaçağ’da Almanya ve Rusya’da idam kararlarını bazen hâkimlerin uyguladığı kaynaklarda belirtilmektedir. Fransa’da XIII. yüzyıldan itibaren “yüksek adaletin infazcısı” sıfatıyla merkezde ve eyaletlerde cellatlar bulundurulurdu, her idam için bunlara belirli ücretler ödenirdi.

Cellâtlar, Osmanlı’nın yükselmeye başladığı on beşinci yüzyıldan itibaren Bostancı Ocağı’na bağlı özel Cellât Ocağı’nda yetiştirilmiştir. İlk zamanlarda Hırvatlar arasından seçilen Osmanlı cellâtları, daha sonraları genellikle çingenelerden seçilmeye başlanmıştı. Cellâtlar, padişahın Fermanı ile mahkûmları, eşkıyaları, siyasi suçluları, devlete ihanet edenleri, hırsızları, kısacası çoğu suçlunun idamını gerçekleştirmekteydi. Sultan Abdülmecid döneminde, Osmanlı sarayında Tanzimat dönemine kadar devam etmiş olan cellât bulundurma geleneği sona ermiştir. Bu dönemden itibaren, infazlar ücretle tutulmuş olan kişilere yaptırılmıştır.

Toplumumuzda, cellâtlara ve yaptıkları iş hiçbir zaman kabul görmemiştir. Osmanlı devleti zamanında, vefat eden cellâtlar, normal mezarlıklara defnedilmemiştir. Cellât mezarlığına defnedilmişlerdir. Onlardan biri, Edirnekapı’dan Ayvansaray’a inen kara surlarının yanında Eğrikapı civarındadır. Bir diğeri ise Eyüp Sultan Karyağdı Mezarlığı’ndadır.

Eyüp Sultan Karyağdı Mezarlığı’nda kurulan cellat mezarlığı günümüzde neredeyse tamamen yok olmak üzeredir. Aslında 2 Metre boyunda ve 410 – 50 cm genişliğinde olan bu taşlar Normal mezarlıkla birbirine karışmış ve etrafında çok sayıda yeni dönem mezarları oluşmuştur. Uzun aramalardan sonra tek tük de olsa cellât mezar taşlarının bazılarını bulabildik. Aslını koruyanlardan bir kaçı devrilmiş olsa da hala daha görülmeye değer olanları da vardı. Bazıları kırılmış, harap olmuş sağa sola atılmış, hatta yeni mezarların yapımında kullanılan bile olmuştu. Dünyada başka bir örneği olmayan bu mezar taşlarına sahip çıkmazsak çok yakında bulunan taşlarda maalesef ortadan kalkacaktır.

Eyüp Sultan Mezarlığı içinde ısısız bir köşede en azından son kalan birkaç mezar taşına sahip çıkılması gerekiyor. Hatta Osmanlı mezarlık kültürü ve mezar taşları üzerine bir açık hava müzesi oluşturularak dünyada eşi benzeri olmayan bu “Taşa İşlenen Medeniyet” i sonraki kuşaklara da aktarmak için gereken işlemlerin bir an önce yapılması gerekiyor. Uzmanlar da dünyada bir başka örneği olmayan bu taşların sanat tarihi açısından da önem taşıdığını vurgulayarak, koruma altına alınmalarını istiyorlar.

Cellat Çeşmesi

Yeri gelmişken değinmeden geçemeyeceğim bir mesele daha var. Topkapı Sarayı’nda, Bâb-ı Hümâyun ile Babüsselam arasındaki Birinci Avlu denilen meydanda, Babüsselam’a yaklaşırken sağ tarafta Bugün Saraya giriş için bilet satılan gişelerin hemen yanı başında duvar önündeki çeşme Cellât Çeşmesi ya da Siyaset Çeşmesidir. Özellikle Siyaseten idama mahkûm olanların başları burada kesildiği için bu isimle anılmıştır. Hemen önünde bulunan yaklaşık 30 santimlik yuvarlak küçük taş “İbret Taşıdır”. Cellat tarafından kesil en insan kafaları, bu ibret taşının üstünde teşhir edilirdi. Cellatlar satır, bıçak ve usturalarındaki insan kanlarını bu çeşmede yıkayıp temizlerdi. Divan Meydanı’nda yapılan infazları padişah Divan’ı da istediğinde gizlice izlediği Kasr-ı Adl’den seyredebilirdi. Nitekim 1600’de isyan eden Hüseyin Paşa’nın idamını III. MehmedKasr-ı Adl’den seyretmiş, bunu fark eden mahkûm padişahtan affetmesini istemiş, ancak bu isteği cevapsız kalmış, hüküm infaz edilmiştir.