Selam ile…

Aslında tamı tamına 6 yıl sonra tekrar avdet ettiğim bu sütunda niyetim sizlerle kısa da olsa bir musahabe yapmaktı.

Ne de olsa ev sahibi sayılırdık.

Lâkin ben daha klavyenin başına geçmeden Diriliş Mimarı Üstad Sezai Karakoç’un vefat haberi geldi.

Ciddi bir şekilde müteessir olmuştum.

Kulaklarımda “uzatma dünya sürgünümü” mısraı çınlarken muhayyilemde zat-ı alileriyle ilk tanıştığım günde tanık olduğum hatıra sahneleniyordu.

Açık söylemek gerekirse başka bir şey yazmaya dermanım kalmamıştı. Bu nedenle sohbeti yahut dertleşmeyi başka bir yazıya erteleyerek sizlere, ilk tanışmamızı müteakip kaleme aldığım yazıdan bir bölüm aktararak üstadın vefat hadisesine kendimce not düşmek istiyorum.

Sezai Karakoç:

‘Diriliş’ mefkûresinin mimarı, mütefekkir, şair ve kelimenin tam manasıyla Üstat!

Hayatının hiçbir döneminde şatafata ve lükse itibar etmemişti.

Kimselere benzemiyordu.

Yıllarca görmezden gelindi…

Kimileri ‘üstat’ dedikleri halde görmemeyi yeğledi, kimileri ‘İslâm’ dediği için görmemekte direndi…

O, sadece çok iyi bir şair değil, edebiyatın her dalında müstesna eserler vermiş bir edip, gerçek bir sanatkâr, ekonomiden siyasete varıncaya kadar sosyal hayatın her alanına dair özgün fikirler geliştirmiş bir mütefekkir ve kelimenin tam manasıyla bir ‘dava’ adamı...

Eserlerinde ortaya koyduğu paha biçilmez değerleri, ucundan kıyısından değiştirerek, sözde ilginç görüşleri olan fikir adamı pozlarında sağa sola caka satanlar bile oldu…

Ama o, bunların hiçbirisini umursamadı.

Hayata dair ne varsa, hepsiyle ilgili mümtaz görüşler serdetti.

İlimden felsefeye, ahlâktan metafiziğe, sanattan estetiğe kadar bütün alanlarda, zihinlere ışık, gönüllere ziya ve sadra şifa eserler üretti, tüm hayatı boyunca.

Kimseden bir şey istediğine bir Allah’ın kulu bile tanık değil…

Bırakın bir şey istemeyi, kendisine teklif edilen tüm menfaatleri, bazen nazikçe bazen de sertçe ve fakat mutlaka elinin tersiyle itmesini bilmiş bir erdem abidesi…

Öyle ki, kendisine verilen ödülleri bile almaya gitmemiş…

Hatırlar mısınız bilmem.

Kültür Bakanlığı, 2007 yılında ‘Kültür ve Sanat Büyük Ödülü’ne layık görmüştü kendisini.

Uzun süre üstadın, nasıl bir tavır takınacağı tartışıldı.

O, herkesin beklediğinin aksine ne bakanlığı refüze etti ne de ödüle gözünün ucuyla baktı.

Şöyle bir orta yol bulmuştu.

Plaketin postayla adresine gönderilmesini istemiş, para ödülünü de (yanlış hatırlamıyorsam eski parayla 125 milyar lira idi), "daha hayırlı işlerde kullanılması" tavsiyesinde bulunarak nazikçe reddetmişti.

Böyle bir 'Adam' işte...

Hayatı boyunca maddiyatı, ‘bir oyun ve bir eğlenceden’ ibaret gören, savunduğu ahlâkî umdeleri iliklerine kadar yaşayan, kapitalizmin tüm toplumu kuşattığı gerçeğine inat, ‘bir lokma bir hırka’ bilgeliğini terk etmeyen, kendisini ayrıcalıklı kılan fikir ve eserleriyle mümtaz bir konuma yükselmiş eli öpülesi bir şahsiyete çok yakışan o tavra selam durmak için naklettim bu hatırayı.

Devletten ve devletin sağladığı imkânlardan istifade için eğip bükmedik hiçbir tarafı kalmayan sözde entelijansiya ile mukayese ettiğimizde Sezai Karakoç, bu tavrıyla, gözleri kamaştıran bir güneş gibi parlamıştır!

Yaşadığı mütevazı ve fakat onurlu hayatı taçlandıran bir jestle ‘Para mara istemem!’ diyerek, çıkarları için memleketi kaosa sürüklemekten imtina etmeyen kalemşorlara tarihi bir ders vermiştir aynı zamanda.

Sezai Karakoç, sadece çığır açmış bir şair, edebiyatın tüm alanlarında eserler vermiş bir edip, sanata ve estetiğe dair özgün fikirleri olan bir sanatkâr değil, aynı zamanda mühim bir mütefekkir, ciddi bir entelektüel ve etrafını tenvir eden bir bilgedir vesselam…

Şu bir gerçek ki, arkasında doldurulması güç bir boşluk bırakarak hasretini çektiği vuslat ülkesine gitti ve biz onu daha şimdiden özledik…

Allah gani gani rahmet eylesin, mekânı cennet olsun.