O kadar yalan söylüyorsunuz, iftira atıyorsunuz. Bunlar yüzünüze vurulunca da pişkin pişkin sırıtıyorsunuz ve her ne yapıyorsanız onu yapmaya devam ediyorsunuz. Dünyanın belki de en ahlaklı, en onurlu devleti olan Türkiye’ye terörist etiketi yapıştırmaya çalışıyorsunuz. Danışmanı kendisine bağırınca “sen görevini yaptın” diyen adamı diktatör ilan etmeye çalışıyorsunuz. Daha sonra da Türkiye’nin adının öyle veya böyle terörle, diktatörlükle anılması ne kadar üzücü diyorsunuz.

Ve en büyük kötülüğü aslında kendinize yapıyorsunuz. Düşmanın bile merdine saygı duyulurken, size kendiniz bile saygı duymuyorsunuz. Dost bildikleriniz de size saygı duymuyor. Patronlarınız da. Ağa babalarınız da. Düşman bildiklerinize ise, hakikatin tarafında olmaları dolayısıyla -kendinize itiraf edemezsiniz de- büyük saygı duyuyorsunuz ve bu sizi çileden çıkarıyor. Yalanlarınızı biraz da onlara duyduğunuz saygıyı yok edebilmek için söylüyorsunuz. Yalanlarınıza delicesine inanmak istiyorsunuz.

Aklınızca psikolojik harp yapıyorsunuz. Suriye konusunda ilk günden beri dünyadaki en ahlaki tutumu takınmış olan Türkiye’ye, sınırlarını ölümden kaçan Suriyelilere sonuna kadar açan Türkiye’ye, Suriye’deki “insan”lara binlerce yardım TIR’ı göndermiş olan Türkiye’ye, başkanının Türk, Kürt, Boşnak, Çerkes ayırmadan sürekli ümmet, ümmet dediği Türkiye’ye, başkanın yer sofrasında çorbaya kaşık salladığı Türkiye’ye, başkanının suntadan masa üstünde iftar yemeği verdiği Türkiye’ye akla hayale gelmeyecek yalan ve iftiralarla saldırıyorsunuz. Ve en fenası yalan ve iftiralarınızda hakikatin tam zıddını hakikat olarak göstermeye çalışıyorsunuz. Ve böylece hakikate yapılabilecek en büyük zulmü yapıyorsunuz. Hakikate o kadar çok zulmediyorsunuz ki kalbimiz acıyor artık. Ve yine, en büyük kötülüğü kendinize yapıyorsunuz. Her neyin peşinde iseniz, ona ulaşabilmek adına kendinizi feda ediyorsunuz. Kendi kendine saygı duymayan, kendisinden nefret eden bir yaratığa dönüşüyorsunuz adım adım.

Ne yazık ki hakikati gözünden tanımak gibi bir özelliği yok insanoğlunun. Bu yüzdendir ki medya tüm dünyada çok etkili bir silah olarak kullanılabiliyor. Hükümet indirip hükümet kurdurabilen, darbe yaptırabilen, rezili masum, masumu rezil gösterebilen bir silahtan söz ediyoruz. Tarihi ölenler değil, öldürenler yazar. Güçlüler yazar. Amerika’da olan şeylere Amerika’nın keşfi denilmesinin sebebi de bu. Tarihi Amerika’nın asıl sahipleri yazabilseydi buna Amerika’nın katledilmesi derlerdi.

Medya da hakikati değil, “hakikat olarak algılanması isteneni” yazıyor. Ve medyanın kötülük derecesi, hakikati olarak algılanmasını istediği şey ile hakikat arasındaki makas açıldıkça artıyor. Şu anda Türkiye’de yaşadığımız şey ne yazık ki bu makasın en açık hali. Akı kara olarak göstermeye çalışmaktan daha fena ne olabilir?

Peki, kim bu medya? İşte onları gözünden tanıyabiliyoruz. Bunlara bir isim verseydik, en güzeli açık ara ”taşeron medya” olurdu. Sipariş edilen plastik hakikatleri üreten bir taşeron medya…

Ve ben buradan diyorum ki: Her neyin savaşını veriyorsanız, yerin dibine batsın o savaşınız. Sizi dahi bu kadar hiçleştiren, değersizleştiren, ne idüğü belli olmayan bir yaratık haline dönüştüren bu savaşınız daha en başta sizi yedi. Geçmiş olsun.