Geçen her günde biraz daha eksiliyor ama gelen her yeni günle biraz daha fazla olmuyoruz ki. Zaman insandan bir şeyler alıyor ve gidiyor. “Her gün bir öncekinden daha kötü” falan diye karamsar cümleler kurmam, kurmayacağım. Zira öyle olduğuna da inanmıyorum ama giden kalandan daha kıymetli geliyor bana. Belki de insanların eskiye meftunluğu hep bu yüzden. Varken kıymetini bilemeyip de geçip gidince “eyvah” dediklerimizden eskiye bunca muhabbet.

Ruhla, psikolojiyle aslına daha doğrusu insanın dışıyla değil de içiyle ilgili kitaplar okumayı oldum olası sevdim ben. Görünmeyeni anlamaya çalışmak hep daha fazla çekti beni kendine. Saklanan bir şeyi bulmak kadar efsunlu ve görmediğin için belki de hayal edebildiğin bir yer işte. O kitaplardan birinde şuna benzer bir cümle okuduğumu hatırlıyorum; “İnsan kötü olan şeyleri ne kadar çok hatırlar ve ne kadar çok düşünürse ruhu o kötü olayın olduğu andaki kadar yaralanır. Yani o olayı yeniden yaşamak neyse aynısı olur. Ve tam tersi de geçerlidir bunun; iyi olayları hatırlamak da onu yeniden yaşamak gibidir”

Genel olarak kabul edilen bir düşünce midir bu bilmiyorum ama bana doğru geliyor. Dünü düşünürken can yakan, acı veren her neyse onları değil de hasret çekip yad ettiklerimizi ve güzel olanları yeniden düşünmek, düşlemek ve hatırlamak gerek gibi geliyor bana.

Aslında şöyle de düşünmüyor ve kendi kısır bilgimle de şuna inanmıyor değilim; zaman ruha dokunmuyor işi bedenle. Ve belki de gücü ruhu eskitmeye yetmiyor. Onun için içimizde sakladıklarımız var ve hepsi eskimeden öylece duruyorlar.

Yine bir ramazan geldi ve bu kez eskisinden farklı. Eski güzeldi zira eskiler güzeldi bence. Beni tanıyanlar, okuyanlar şunu bilecek ve biliyorlar ki Ramazan dediğim zaman içinde dedemin geçmediği bir yazı yazamam ki ben. Daha önce şöyle yazmıştım “Çok daha eskilere götürüyor zihnim düşüncelerimi. Eski vakitler, diş kirası, fakir fukara sadakası, telefon alarmıyla değil davul sesiyle uyanan insanlar, bayramdan ziyade orucu bekleyenler belki, taş döşeli sokaklarda geceleri yanan kandiller, sonra eller, kınalı eller ve dua ile dua kokan diller. Eski vakitleri özlüyorum kâri. Dedemin dizine başımı koyup ya da taklit ederek onu gittiğim teravih namazlarını yahut tam ezber edememiş olmama rağmen bağırarak söylediğim Itri kokan salavatları. Ben Ramazan’ı özlüyorum, kapısının önünde dedemi beklediğim teravih namazlarını, dedemi özlüyorum, çocukluğumu özlüyorum kâri.”

Ramazan bu defa kolları kırık, kanadı ürkek ve mahzun bulacak bizleri. O hoş geldi lakin hoş bulacak mı bilmem. Zira camiler mahzun, çocuklar noksan ve dedelerini bekleyemeyecekler kapıların önünde.

Ama yine de hoş geldi…