Kırk yıllık hatıramı tazeleyeyim. “Bediüzzaman Said Nursi” ismini, ilk gördüğüm yer, kalın kitapların kırmızı kapaklarıydı. On dört yaşlarındaydım. Gördüğüm tüm “dinî” kitaplar ya siyah olurdu ya koyu yeşil. Bunlar kırmızıydı. Farklı olmalıydı. Kırmızı kitaplar yazdığına göre Said Nursî, benim yaşıma yakın, beni anlayacak bir delikanlı olmalıydı. İlk algımdı bu.

Bana ilk okunan bahis de, “delikanlıca” cümlelerle başlıyordu: “Namaz iyidir fakat her gün her gün beşer defa kılmak çoktur. Bitmediğinden usanç veriyor.” İçimde sakladığım, kendime bile sormaya utandığım bir soru, “dinî bir kitap”ta hiç sansürsüz, benim sorabileceğimden de netlikte dillendiriliyordu. Benimle empati kurmuştu yazar.

Burada, alışık olduğum ‘hoca’ tavrının dışına çıkıyordu Said Nursî. Bu soruyu soranın sorununu kendi sorunu olarak görüyordu. Karşısına değil, yanına geçiyordu muhatabının: “O zatın o sözünden hayli zaman geçtikten sonra nefsimi dinledim, işittim ki, aynı sözleri söylüyor. Ve ona baktım, gördüm ki, tembellik kulağıyla şeytandan aynı dersi alıyor.”

Sadece, bilen ve bildiklerini tekrar eden bir âlim olmakta ısrar etseydi Said Nursî, sadece bilir, hem de çok bilirdi. Ne bu soruyu bu kadar açıkça gündeme getirir ne de -getirse bile- sorunun ucunu kendine dokundururdu.

Anlıyorum ki, Sözler’de konuşan, “müfessir” Said Nursî değildir; “müteessir” Said Nursî’dir. Gerçeğe anlatıcı olmak yerine, gerçekle yüzleşmesinin serüvenini aktarıyor bize. Tembellik kulağıyla şeytanı dinleyebilir bir nefsin sahibidir o da. Çok biliyor değildir; “lâ ilme lenâ/biz bilmeyiz” safındadır. İnsanın imandaki boşluklarına, ibadetteki zaaflarına, yukarıdan bakan bir uzman değildir. “Bunlar ‘nefs-i emmâre’ sorularıdır; zaten namaz farzdır; nefsinin zoruna gitse de kılacaksın!” tavrı takınmaz. Kaldı ki, bu soruyu duyduğunda, öteden beri zaten beş vakit namaz kılan Said Nursî’nin “bitmediğinden usanç veriyor” yollu bir problemi de yoktur. Kendi nefsini taşın altına koyması gerekmez!

Sözler ve diğer kırmızı kitapların çoğu Said Nursî’nin sürgüne gönderildiği Barla günlerinin eseri. Ulema çevresi yok orada. Ne Dar’ül Hikmet’in entelektüelleri ne Mısır’ın Ezher’inin donanımlı profesörleri ne Van yıllarında yüksek fikirlerini paylaştığı medrese ehli vardır. Çiftçiler ve köylüler. Belli ki bu sürgünden murad edilen de Said Nursî’nin etrafını boşaltarak, onu yıldırmaktır; muhatapsız bırakarak vazgeçirmektir. Tam da burada, ümmilerin yanında yürümeye başlar Said Nursî. Düşe kalka yürüyen bir insan olarak yazmayı tercih eder Barla’da. Isparta’nın köylülerini, Barla’nın ümmilerine duru ve diri gerçeği anlatabileceğine inanır. Benzersiz bir ‘sehl-i mümteni’ sanatıyla, en derin konuları incelikle anlatır, yeni bir yazma serüveni başlatır. Ümmilerin gönlünde neşvünema bulan ama isteyen entelektüele de sonu gelmez bir derinlik sunan üslubu burada başlar.

Yıllar sonra, Kastamonu sürgünü günlerinde M. Feyzi Pamukçu’ya yazdığı mektup bu yüzden kritik öneme sahip. M. Feyzi Pamukçu ağabey, ehl-i tarik bir zattır; maneviyat silsilesinde makam sahibidir. Öncelikle,“Isparta kahramanları”nı hatırlatır ona Üstad. “Tam onlar gibi olmalısın” der. Onlar “biçare günahkâr bir adam”ın arkadaşlığına razı olmuşlardır çünkü.

Kanaatimce, bu mektup Said Nursî’nin Risale-i Nur üzerinden başlattığı ‘seyrisüluk’un mührüdür. Hata etmez, yanılmaz bir ‘şeyh’in vesayetinde değil, ‘günaha düşebilir’ ‘beş vakit namaz kılmayı usanç verici hissedebilir’ bir kardeşin refakatinde yürümektir bu. Harbi bir yürüyüştür. Demokratiktir. Eşitlikçidir. Hakkın hatırını hak hatırına önde tutar; hakka bir başkasının kefaletiyle, takliden taraftar olmayı değil, hak uğrunda yorularak, ter dökerek tâbi olmayı önceler. Bedelini ödemeye çağırır gerçeğin. Kendisini ‘çok bilen hoca’, muhataplarını ise bilmeyen cahil statüsüne koymaz Said Nursî. Herkes kadar yanılabilir, herkes kadar şaşabilir biri olarak yürür.

“[B]enim gibi biçare günahkâr bir adamın arkadaşlığını evliyalara-belki de eğer bulunsaydı- müctehidlere dahi tercih ettiler. Bu hakikate binaen, bu şehre bir kutup, bir gavs-ı âzam gelse, ‘Seni on günde velâyet derecesine çıkaracağım’ dese, sen Risale-i Nur’u bırakıp onun yanına gitsen, Isparta kahramanlarına arkadaş olamazsın.”

Demek ki, Said Nursî’nin, sözlerine itibar kazandırmak için ‘kutub’ olduğunu ispatlamaya ihtiyacı yok. Bediüzzaman, söylediklerinin doğru olduğunu teyid etmek için, soyunun Peygamber soyuna vardığını gösteren bir soyağacına ihtiyaç duymuyor. Sözün kendisinin Peygamber-soylu olması ona yetiyor. Yazdıklarını “gavs-ı azâmın yazdıklarıdır!” otoritesiyle kabul ettirmeye tenezzül etmiyor.

Bir sözü, bir unvanın hatırına kabul eden, belli ki o söz uğruna yorulmak istemiyor, o sözle yoğrulmakta kaçınıyor.

Yanında “biçare günahkâr” bir yoldaş görmek isteyen buyursun: Said Nursî burada… Ne mutlak vekilinin hatırına ihtiyacı var ne manevi unvana… Doğrudan okunabilir satırlarla, kolayca anlaşılabilecek sadelikte yanı başımızda hece hece yürüyor…