İnsanoğlu bir zamanlar dünyanın herhangi bir yerinde renkleriyle, sesleriyle cıvıl cıvıl bir iklimde yaşarken bir çağrı aldı. Bırakın bu “vahşi” hayatı, kente gelin! Medenileşin, özgürleşin. Her gün alıştıkları seslerin ve renklerin ne kadar kıymetli olduğunun farkında olmayan çok sayıda insan bu çağrıya uydu. Medeniyet yolculuğu o kadar hızlı idi ki bunun karşısında direnmek imkânsızdı. Makinelerin egemen olduğu “çağdaş” dünyada “özgür” hayat sizi bekliyordu…
Şehre yaklaştıkça önce sesler azalmaya, sonra renkler kaybolmaya başladı. Ama alışılmışın dışına çıkmanın cazibesiyle “kaybedilenlerin” farkına varmadan ilerlemeye devam edildi. Ufukta görülen şehrin üzerinde kara bulutlar dolaşıyordu. Kırmızıdan yeşile, oradan sarıdan maviye uzanan renklerin yerini renk olmayan gri ve siyah alıyordu. “Medeniyet, bu gri bulutların arkasında bir rüya âlemi olsa gerek” diye içinden geçirdi. Şehre vardığında kuşların, suyun, rüzgârın seslerinin yerini araba sesleri almıştı. Artık çok sesin yerini tek ses, çok rengin yerini tek renk almıştı. Bir müddet hikmetinden sual olunmaz bu durumu anlamak oldukça zor oldu.
Şehirde renkler ve sesler göğe çekilmişti. Sesin melodisi, renklerin sıcaklığı hafızlarda bir “nostalji” olarak varlığını sürdürüyordu. Kokularını almasak da renklerin bir kısmının “parklara” sığındığını gördük. Can yoldaşlarımızın bir kısmının da bu vahalara sığındığına şahit olduk. Etraflarında “dokunma, koparma” uyarı levhaları vardı. Can yoldaşların renkleri yerinde olsa da seslerini kaybettiklerini fark ettik.
İnsanlarla beraber bazı hayvanlar da şehre geldi. En çok gelenler kediler ve köpeklerdi. Ne hikmetse şehre en çok ayak uyduranlar kediler oldu. Evlere sığındılar, sokakları mesken tuttular. Köpekler de şehre geldi ancak onların uyumunda sorun vardı. Bazen itlikleri tutuyor, çoluk çocuk dinlemeden parçalayıveriyorlar zaman zaman. Kedi severlere kimse bir şey demiyor ama köpek severler her zaman masum olmadılar. Kendi köpeklerinin “itliklerini” savunmaktan geri de durmadılar.
“İtle dalaşmaktansa çalıyı dolaşmak” çözüm de olmuyor ne yazık ki. Dağların özgür “çocukları” köpekler, şehir esaretinden bunalarak kırıp döküyor, parçalayıp yok ediyor. Şehirde köpek sesleri çok az duyulur, kedilerin sesleri daha çok çıkıyor. Herhâlde beton gökdelenlerin engellediği rüzgârlar havlamak için gerekli haberi getirmiyor. Toprağın, kerpicin, tuğlanın, ahşabın yerini beton ve demir aldı. İnsanlar da güneşin ne zaman battığını görmediği gibi havanın karardığını fark edince sığındılar betonun, demirin soğuk koynuna…
Eski şehirlerde çarşılar, pazarlar rengârenk seslerin birbirini kovaladığı yerlerdi. Şimdi büyük şehirlerde çarşı ve pazarların yerini alışveriş merkezleri aldı. Beton gökdelenlerin egemen olduğu yerlerde artık caddeler de yok oluyor. Büyükşehirlerin nefes boruları yayalaştırılmış caddelerde yürüyenlere bakın, renkler gri ve siyaha yakındır. Sesler ise coşkunun değil, kaosun toplamından ibarettir.
Renklerini ve seslerini kaybeden toplum, düşünce olarak çeşitliliğini de kaybediyor. Kitleye sürü psikolojisi egemen olmaya başlıyor. Hayatın sesleri, renkleri azalınca insan olmanın da anlamı azalıyor gibi. Merkeze yerleşen “maddi” değerler, “manevi” değerleri uzaklaştırıyor. Maneviyatı olmayan; karnı tok, gözü aç insanların galebe çaldığı bir beldede huzurdan, mutluluktan söz etmek de mümkün olmuyor.