Türkiye, bir kez daha aynı sorunun eşiğinde: Devlet, terörle yeniden mi konuşacak?
Bugün gazetemizin manşetinde okuduğunuz “Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu” adı altında bir heyetin bu hafta İmralı’ya gidip Abdullah Öcalan’la görüşeceği iddiası, sadece bir haber değil; Türkiye’nin son yirmi yılını sarsan hatıraları da uyandıran bir travma çağrısıdır.
ÇÖZÜM SÜRECİNİN KÜLLERİ HÂLÂ SİCİLİMİZDE
Bir milletin hafızası, en çok kanla yazılan yerinde tazedir.
2013’te “çözüm süreci” denmişti. “Barış gelecek” demişlerdi.
Ama o sürecin sonunda hendekler kazıldı, şehirler yakıldı, asker ve polis pusuya düşürüldü.
Teröristler “demokratik siyaset” maskesi altında ülkenin bağrına hendek açarken, o dönemin yetkilileri “süreç tıkanmasın” diye gözlerini kapatmıştı.
Bugün hâlâ Diyarbakır’da, Cizre’de, Yüksekova’da yıkılmış binaların molozları değil, o hatanın utancı duruyor.
Ve şimdi aynı masanın etrafında yeni isimlerle yeniden toplanma ihtimali konuşuluyor.
Millet bu filmi gördü, sonunu da acı bir şekilde yaşadı.
TERÖRLE DİYALOG DEVLETİ ZAYIFLATIR
Bir devletin terörle müzakere etmesi, aslında kendi otoritesine duyduğu güvenin azaldığını gösterir.
Tarih boyunca hiçbir ülke, silahlı bir örgütle “eşit muhatap” düzeyinde konuşarak kalıcı barışa ulaşmamıştır.
İngiltere’nin IRA ile mücadelesi, İspanya’nın ETA karşısındaki tutumu, Fransa’nın Cezayir tecrübesi…
Hepsinde sonuç aynıdır: Devlet güçlü kaldığı sürece terör biter, devlet taviz verdiği anda terör büyür.
Türkiye de bunu yaşadı.
Her “diyalog” kelimesi, dağlarda bir mayın; her “çözüm” lafı, şehirlerde bir pusu olarak karşımıza çıktı.
Devletin muhatabı milletidir, silahlı örgüt değildir.
Bu ilke unutulduğu anda, devlet aklı yerini siyasi romantizme bırakır.
TARİHİN HATIRLATTIKLARI
1919’da işgal İstanbul’unun gazetelerinde de “barış masası” manşetleri atılıyordu.
Ama Mustafa Kemal, o masaların değil Samsun kıyısının doğru adres olduğunu biliyordu.
Cumhuriyet, “diyalogla değil direnişle” kuruldu.
1960’larda Mısır, Yemen, Cezayir gibi ülkeler “ulusal uzlaşı” adı altında ayrılıkçılığa göz yummaya kalktı; sonuç, devlet otoritesinin çöküşü oldu.
Tarih, aynı hatayı tekrar edenlere her seferinde daha ağır bir fatura keser.
Bugün “komisyon” adı altında İmralı kapısına yönelmek, o faturayı bir kez daha kabullenmektir.
Ve bu millet, aynı senaryonun yeniden sahnelenmesine artık tahammül edemez.
DEVLET CİDDİYETİ, MİLLETİN GÜVENİDİR
Bir ülke, terörist başının fikirlerine danışma ihtiyacı hissediyorsa o ülke kendi güvenlik bürokrasisine, kendi aklına, kendi meşru zeminine güvenmiyor demektir.
Oysa Türkiye, sahada büyük bedeller ödeyerek terörle mücadelede tarihinin en başarılı dönemini yaşıyor.
Sınır ötesinde Pençe operasyonları sürüyor, örgüt dağılmış durumda.
Tam bu noktada, “İmralı ile görüşme” söylentileri sadece güvenliği değil, milletin moral bütünlüğünü de hedef alıyor.
Devletin kararlılığı, sadece askerle ölçülmez; siyasi netlikle de ölçülür.
Eğer birileri hâlâ “Öcalan ne diyor?” sorusunu merak ediyorsa o zaman asıl soru şudur: Bu milletin ne dediğini duymak için neden aynı hassasiyet gösterilmiyor?
SONUÇ: DİYALOG DEĞİL, DİK DURUŞ ZAMANI
Türkiye bugün yeni bir eşikte.
Ekonomiden dış politikaya kadar her cephede güçlü bir yeniden yapılanma süreci yaşanıyor.
Tam bu sırada İmralı’ya yönelmek, devletin kendi meşruiyetini tartışmaya açmak demektir.
Bu millet diyalog istemiyor; devletin dik duruşunu görmek istiyor.
Barışın yolu, teröristle tokalaşmaktan değil; adaletin, güvenliğin ve milli birliğin kökleşmesinden geçer.
Bu ülke “çözüm” kelimesinden yandı, artık “kararlılık” kelimesiyle ayağa kalkmak istiyor.
İmralı’ya değil, millete dönün.
Barışı değil, devleti koruyun.
Tarih bir kez daha tekrar etmesin.