İnsanoğlu nisyan ile malüldür. Yani âdemoğlunun unutmak gibi bir hasleti var ki hem iyi hem kötü. Son günlerde dillere pelesenk olan “MİT TIR’ları” olayı ne zaman yaşandı hatırlayan var mı? Hangi yıl idi? Üzerinden kaç yıl geçti? Beş koca yıldan da fazla. 7 Şubat 2012. Evet 2012. Hükümet bu işin arkasında kimlerin olduğunu anlamıştı değil mi? “17/25 Aralık Yargı Darbesi” hangi yılda yaşandı? 2013 değil mi? Evet 2013.

Bunlar bal gibi darbe girişimiydi, öyle mi?

Yargı ve emniyet işbirliği ile tereyağından kıl çeker gibi. Bu iki operasyon başarıya ulaşsaydı kimlerin neden operasyon çektiğini öğrenemeyecek, yargılama süreçlerinden dışarıya başka bir ses ve yorum da çıkmayacaktı. Tıpkı 15 Temmuz gibi. Kelepçeler, paralar, kasalar ve yağmur gibi yağacak evraklar. Milletin belge ve evraktan başı dönecek ve algı yönetimi üzerinden haklı ve haksız karambole gidecekti. Çünkü o dönemde bu algı opersyonlarını, bilgi ve belge akışı üzerinden kusursuz biçimde yönetecek medya yapılanması da hazır hale getirilmiş durumdaydı.

İktidar, o günkü koşullar dikkate alındığında bu denli hayati bir tehlikeyi görmemiş ve arkasındaki profesyonel patronajı anlamamış olabilir mi? Yani bugün bütün çıplakığı ile aktarıldığı üzere bu işin arkasında o günkü ismi ile “Paralel Yapı” olduğunu sağlıklı biçimde analiz edememiş miydi?

Başbakan Erdoğan’ın 7 Şubat 2012 MİT TIR’ları krizinden sonra, “Bunların amacı bana ulaşmaktı” demesi bu işin vahametinin o günlerde de anlaşıldığını gösteriyor aslında. Nitekim yaşanan bu olaylardan sonra paralel yapıya yönelik kısmi operasyonlar teşhisin konduğunu da işaret ediyordu.

Fakat 15 Temmuz 2016 gecesi yaşananlardan sonra tehlikenin anlaşılmadığı ve zamanında alınması gereken tedbirlerin alınmadığı halen konuşuluyor. Yargıda, orduda, emniyette, akademide, bürokraside, diplomaside; eğitim, sağlık, finans, ekonomi, diyanet, bilişim ve iletişim alanlarında dişe dokunur bir çaba sarfedilmediği ortaya çıkmış oldu. Bunu nereden anlıyoruz, 15 Temmuz sonrası kamudan ihraçlardan, açığa almalardan ve KHK ile kapatılan kuruluşlardan. Bu listelere bakıldığında 15 Temmuza kadar yapılanların kısmen emniyet, yargı ve siyasetçilerden ibaret olduğu anlaşılmakta.

Peki, on küsür yıllık tek parti iktidarının sunduğu avantaja rağmen bu hatalar neden yapıldı?

Bence bu teşhisteki yanılgıların başında muhafazakârların hafızasında bir hayalete dönüşen 28 Şubat sendromu gelmekte. İslamcılar Balyoz ve Ergenekon süreçleri nedeniyle iktidarlarına karşı olası tehdit ve tehlikenin ordudaki siyasal muhalefetten geleceğine ikna edilmiş oldu. AK Parti hükümetleri; iş dünyası, medya ve siyasal partilerin askere yaslanmadan bir etkinlik içinde olamayacağını, PKK süreçleri sonunda ordudaki milliyetçi havanın kendi lehine değiştiğini düşündü. Yani her ne kadar aşikâr edilmese de 90’lı yılların başından itibaren orduda, eskiden olmadığı kadar “muhafazakar” değişim rüzgarı esiyordu. Dolayısıyla da bu muhafazakârlığı o günkü koşullarda homojen bir gruba, dar anlamda da bugünkü FETÖ’ye bağlamaya yönelik bir dikkat siyaset koridorlarına henüz yansımamıştı.

Bu elverişi koşullar, orduda ve diğer kurumlarda FETÖ’ye dönüşecek örgütün altın yılları olmuştu. Çünkü muhafazakâr hükümetlerin duyarlılık alanı, 28 Şubattan beri sola yakın zinde kuvvetler, sola çeken STKlar, sola yakın duran iş dünyası ve soldan gelen salvolar olmuştu. Sağ ya da muhafazkar kamuflajlı hastalıklı yapılar, bu dikkatten azade kalmak üzere geliştirdiği kontrolsüz alanda olabildiğince mesafe katetti.

(Devam edecek…)