Türkiye bir süredir gürültünün, bağırışın, köpürtülmüş korkuların arasından sessiz ama çok daha derin bir hatta ilerliyor. Bugün Devlet Bahçeli ile DEM Partili Pervin Buldan arasında gerçekleşen görüşme, işte bu hattın en berrak fotoğraflarından biridir. Bu bir “jest” değildir. Bu bir “normalleşme oyunu” hiç değildir. Bu, doğrudan doğruya devlet aklının sahaya inmesidir.

Pervin Buldan’ın “çok verimli bir görüşme gerçekleştirdik, sürecin geldiği aşamaları konuştuk” sözleri sıradan bir diplomatik nezaket cümlesi değildir. O cümle, Türkiye’nin uzun yıllar boyunca kan, gözyaşı ve provokasyonla tıkanmış bir dosyayı artık duygularla değil, akılla ele alma iradesinin ifadesidir. Asıl sarsıcı olan ise Devlet Bahçeli’nin tek cümlesidir:
“Pervin Hanım’ın her cümlesinin altına imzamı atıyorum.”

Bu cümle, tribünlere değil tarihe söylenmiştir. Çünkü Bahçeli’nin imzası, rastgele atılan bir imza değildir. O imza, millî güvenlik süzgecinden geçmiş, devletin kırmızı çizgileriyle ölçülmüş, riskleriyle birlikte hesaplanmış bir iradenin imzasıdır. Bu yüzden bu sözden rahatsız olanlar var. Çünkü bu söz, yıllardır bu ülkede siyaset yapan ama devleti hiç tanımamış olanların ekmeğini kesiyor.

Şimdi sahneye çıkan sabote ekibini iyi tanıyoruz. Bir yanda “ihanet” çığırtkanlığı yapan mesleki kışkırtıcılar, diğer yanda kan üzerinden siyaset kurmuş karanlık odaklar. Onlar için çözüm yoktur, süreç yoktur, devlet aklı hiç yoktur. Onlar için sadece kaos vardır. Çünkü kaos varsa fon vardır, kaos varsa manşet vardır, kaos varsa siyasal rant vardır.

Oysa bugün konuşulan şey teslimiyet değil; silahsızlanmanın, terörsüz bir Türkiye hedefinin ve bu ülkenin evlatlarının artık toprağa düşmemesinin konuşulmasıdır. Bu kadar açık. Bu kadar yalın. Ve bu kadar hayati.

Devlet Bahçeli’nin bu süreçte aldığı pozisyon, klasik politik kalıpların çok ötesindedir. Bu, ideolojik körlükle değil, devlet refleksiyle alınmış bir pozisyondur. Bugün milliyetçilik, bağırmak değil; bu ülkenin birliğini kurşunla değil, akılla tahkim edebilmektir. Bugün vatanseverlik, sabotaj üretmek değil; süreci provoke etmek isteyenlere karşı dimdik durmaktır.

Buradan açıkça söyleyelim:
Bu süreci sabote etmeye çalışanlar, ister sağdan ister soldan gelsin, ister gazeteci kılığında ister siyasetçi maskesiyle konuşsun, Türkiye’nin geleceğiyle kavga etmektedir. Ve bu kavganın kazananı olmayacaktır.

Bu ülke artık aynı acıları tekrar tekrar yaşamayacak kadar tecrübelidir. Devlet, kiminle ne zaman, neyi konuşacağını bilir. Kimin sözüne imza atacağını da…
Bugün atılan imza, yarın bu ülkenin çocuklarının hayatına atılmış bir imzadır. Bundan rahatsız olanlar, aynaya bakıp şu soruyu sorsun:
“Ben bu ülkede barıştan neden bu kadar korkuyorum?”
////////
ANKARA KONUŞTU OYUN BİTTİ

Bu ülkede bazı gerçekler vardır; gecikmeli gelir ama geldi mi tartışmayı da, manevrayı da bitirir. Milli Savunma Bakanlığı’nın YPG’ye yönelik son açıklaması işte böyle bir eşiktir. Ne diplomatik süs var ne muğlak ifade ne de “okuyan istediğini anlasın” kurnazlığı… Açık, net ve devlet diliyle söylenmiş bir son cümle bu:
Ya silah bırakacaksınız ya da tarih olacaksınız.

Yıllardır Suriye’nin kuzeyinde bir terör koridoru inşa etmeye çalışanlar, bu coğrafyanın Türkiye için ne anlama geldiğini ya hiç anlamadılar ya da anlamazdan geldiler. Oysa Ankara başından beri aynı şeyi söylüyordu: Bu bir sınır güvenliği meselesi değil, bir beka meselesidir. Bugün gelinen noktada bu tespitin ne kadar haklı olduğu, sahadaki her gelişmeyle bir kez daha teyit ediliyor.

YPG’nin yıllardır oynadığı “zaman kazanma” oyunu artık bitmiştir. Bir gün ABD’ye yaslanıp “müttefiklik” masalı anlatanlar, ertesi gün Avrupa başkentlerinde “siyasi çözüm” pozları verenler, şimdi çıplak gerçekle yüz yüzedir. Türkiye bu yapının ne olduğunu, kime hizmet ettiğini ve hangi haritaların aparatı olarak sahaya sürüldüğünü en başından beri biliyordu. Sabırla, planla ve kararlılıkla ilerledi.

Milli Savunma Bakanlığı’nın mesajı yalnızca YPG’ye değildir. Asıl mesaj, bu örgütü yıllardır sahada kullanışlı bir araç gibi süren emperyal merkezleredir. “DEAŞ’la mücadele” ambalajıyla terörü meşrulaştıranlara, binlerce tır silahı kime verdiklerini çok iyi bilenlere, Suriye’nin toprak bütünlüğünü dilinden düşürmeyip fiiliyatta parçalayanlara verilmiş bir cevaptır bu.

Artık masal anlatmanın, oyalamanın, sözde müzakere başlıkları açmanın anlamı yok. Ankara, “ya Suriye ordusuna entegre olursunuz ya da Türk ordusunun ezici gücüyle tasfiye edilirsiniz” derken bir tehdit savurmuyor; sahadaki gerçeği ilan ediyor. Bu, bir devletin sabrının değil, kararlılığının cümlesidir.

Buradan bir kez daha altını çizelim: Türkiye’nin derdi etnik kimlikler, yerel halklar ya da Suriye’nin geleceği üzerinden hesap yapmak değildir. Türkiye’nin derdi, sınırının dibinde bir terör devletçiği kurulmasına izin vermemektir. Bugün “entegrasyon” seçeneğinin açıkça dillendirilmesi bile Ankara’nın meseleyi ne kadar rasyonel ve devlet aklıyla ele aldığının göstergesidir.

Şimdi rahatsız olanlar yine konuşacak. “Savaş çığırtkanlığı” diyecekler, “bölge geriliyor” diyecekler, hatta suçu yine Türkiye’ye yıkmaya çalışacaklar. Alışığız. Ama artık kimse bu ezberleri satın almıyor. Çünkü sahadaki tablo net: Türkiye adım adım ilerliyor, terör alan kaybediyor, emperyal senaryolar çökmeye devam ediyor.

Ankara son sözünü söyledi. Bundan sonrası tercih değil, sonuçtur.
Ya silah bırakılacak…
Ya da tarih kitaplarında bir dipnot olarak kalınacak.
//////////////
TAYFUN YÜKSELDİ
TÜRKİYE’NİN İRADESİ GÖĞE YAZILDI

Bazı anlar vardır; yalnızca bir test sonucu değildir, bir milletin hafızasına kazınır. TAYFUN’un son atışı işte böyle bir andır. Göğü yarıp hedefi tam isabetle vuran o füze, yalnızca bir mühimmatın başarısını değil, Türkiye’nin kimseye eyvallah etmeyen savunma iradesini semaya mühürlemiştir.

Bu bir “deneme” değil, bir ilandır.
Bu bir “teknik başarı” değil, stratejik mesajdır.

Yıllarca bu ülkeye “yapamazsın” diyenlere, ambargolarla diz çöktürmeye çalışanlara, savunma ihtiyaçlarımızı pazarlık masalarına bağlamak isteyenlere verilmiş en net cevaptır TAYFUN. Seri üretimi süren bir balistik füzenin, hedefi tam isabetle vurması; kâğıt üzerindeki projelerin değil, sahaya inmiş bir devlet aklının sonucudur.

Kimse meseleyi küçültmeye kalkmasın.
Bu test, yalnızca bir silahın uçuşu değildir. Bu test, bağımsız karar alabilen bir Türkiye’nin varlık beyanıdır. Kendi radarını, kendi füzesini, kendi komuta-kontrol mimarisini kuran bir ülkenin “ben buradayım” deyişidir. Artık başkalarının şemsiyesi altında durmayan, kendi gök kubbesini kendi iradesiyle koruyan bir Türkiye gerçeği vardır.

Elbette rahatsız olanlar çıkacaktır.
“Gerilim artıyor” diyecekler.
“Bölge hassas” masalları anlatacaklar.
Silahlanmayı sadece Türkiye yaptığında hatırlanan o ezber cümleleri yine önümüze koyacaklar.

Ama şunu herkes bilsin: Türkiye’nin caydırıcılığı kimseyi tehdit etmek için değil, kimsenin tehdit edememesi içindir. TAYFUN’un gücü, savaş arayanların değil; barışı kendi gücüyle tahkim edenlerin gücüdür. Bugün semaya yazılan bu irade, yarın masalarda Türkiye’yi muhatap almak zorunda kalacakların neden sesini düşürdüğünü de anlatacaktır.

Bu ülke, savunmasını başkalarının insafına bıraktığında neler yaşadığını çok iyi biliyor. Ambargo günlerini de biliyor, parça beklerken kaybedilen zamanı da… İşte TAYFUN, o hafızanın içinden doğmuş bir kararlılıktır. Milletçe örülen teknoloji seferberliğinin, mühendis aklının, siyasi iradenin ve stratejik sabrın birleştiği noktadır.

Bugün TAYFUN hedefi vurdu.
Ama aslında vurulan hedef, Türkiye’yi eski kalıplara hapsetme hayaliydi.
Göğe yazılan ise şudur: Bu millet artık kendi göğünün sahibidir.

Ve bu yazı, silinmeyecek.