Beş yaşlarındaydı. Adı bende mahfuz. Rol icabı ‘Rümeysa’ diyelim. On yıl kadar öncesi. Çocuğumla Her Güne Bir Dua kitabımızı hazırlıyorum. (Çocuğumla Her Güne Bir Dua, çok özel bir çizimle ve rengârenk basıldı. İçinde cıvıltılı resimlerin olduğu, çikolatanın duaya tat verdiği, balonun duanın avuçlarında uçuştuğu, duanın içinden kırmızı bisikletlerin geçtiği ilk dua kitabı sayılır. Ana-babalar çocuklarına okusunlar diye yazıldıydı. Yayıncılığın vefasızlığı yüzünden, artık baskısı yok!)
Günlük dua metinleri yazmak için çocuklardan da kopya çekiyordum o sıralar. “Rümeysa,” dedim, “sen hiç dua ediyor musun?” “Tabii…” dedi menevişli tebessümüyle, ellerini acemice açarak, “Yabbi yessiy ve la tuessiy…” “Âminnnn!” dedik birlikte. On beş dakika sonra, aynı soruyu başka türlü sordum Rümeysa’ya: “Bugün Allah’tan ne istersin?” Omuzlarını silkti. “Ben Allah’tan bir şey istemem ki” dedi. “Annem babam bana her şeyi alıyorlar!”
Dehşeti yaşadığım andı. Dua eden çocuk, Allah’tan bir şey istediğini bilmiyor. Allah’ı kendisinden bir şeyler istenecek biri olarak tanımıyor. Sıbyan mektebinde ezberlediği ‘rabbi yessir’ duasını da Allah’tan ne istediğini bilmeden, istediğini Allah’tan istediğini bilmeden okumuştu.
Genç baba imdada yetişti: “Hocam, Rümeysa, en çok Kâbe’yi görmek ister!” “Kâbe’yi mi?” dedim içim titreyerek. Söz konusu Kâbe olunca, sustum. “Beş yaşındaki kız çocuğu şeker istemez mi, çikolata beklemez mi, oyuncak bebek sevmez mi?” diye soramadım bu iyi niyetli anne babaya.
Niye Allah’tan bir şey istenecekse, o ille de Kâbe olmalı? Nasıl oluyor da Allah, sadece Kâbe’nin Allah’ı oluyor ki? Yaşıtları oyuncak bebekleri kucaklarken, balonlarla sevinirken, Rümeysa niye uzakta siyah bir binayı özlesin? Kâbe’nin Sahibi Allah, çikolatanın da Yaratıcısı değil mi? Balonları sevmiyor mu Rahman! Balonları sevenleri sevmiyor mu Rahim?
Yazık değil mi çocuklara? Sonunda Kur’ân hafızlığı olunca, onlarca pedagojik cinayete, gizli kalmış, dillendirilememiş bilinçaltı travmalara laf edemiyoruz. Ucunda Kâbe aşkı saklanınca, körpe zihinlere dindarlık adına sokuşturduğumuz laikliğe karşı çıkamıyoruz. Bakın işte, “hayatta dine yer yok” diyen lâiklerin taksimine razı olmuşuz. “Hayat sizin olsun, din bizde kalsın!” diyoruz fiilen. Laiklerin hayatı dinsiz, bizim dinimiz ise hayatsız. Rümeysa’nın ağzında şekerin tadıyla duanın lezzeti beraber olamıyor. Şeker duasız; dua şekersiz!
Dünden bir ağzımda zikir gibi gezdiriyorum o cümleyi: “Ben yolda şarkı söylerken seke seke yürüyebilmek istiyorum. İslam buna izin vermiyor.” Aradan 10 yıldan fazla geçmiş. Rümeysalar büyümüş, onları başörtülü diye yaşıtlarından ayrı bir yere koymuşuz. (Yok; zorla değil, başını bile isteye bağlamış Rümeysa. Burada zorba laikleri haklı çıkarmak istemem!)
On beş yaşında. Pırıl pırıl bir yürek! Tertemiz niyet! Saçlarının rüzgârda dalgalanışını özlemiş. Yolda seke seke yürümek istiyor. Cıvıl cıvıl yaşamak istiyor. Hepsi bu! “Zinhaaar!” diye sert bir ses duyuyor aynı anda. Anlamını bilmediği, anlamını bilse bile narin yüreğini paramparça edecek bir ses tonu alabildiğine karanlık bir suratla çöküyor üzerine. “Başörtülüsün sen!” “İmam Hatiplisin ha!” “Hafız olacaksın bir de!”
Sevgili kardeşim Emeti Saruhan’ın ellerine sağlık. Gerçek Hayat’ta hazırladığı dosyayla, canımızı yaktı, içimizi acıttı. “Kral çıplak!” dedi.
Buyurun beraber yanalım: “Ben yolda şarkı söylerken seke seke yürüyebilmek istiyorum. İslam buna izin vermiyor” diyor Rümeysa’nın biri. İslam ile bir çocuğun şarkı söylemesini, yolda seke seke yürümesini karşı kefelere koyduğumuzun resmidir bu! Kâbe ile hayatın tüm renklerini birbirine rakip yaptığımız gibi. Kimse kaçmasın, kimse saklanmasın, sobeledi bu İmam Hatipli kızımız bizi. “Anne ben deist oldum” demek zorunda bırakılmış. Hem Müslüman olmak hem şarkı söyleyip seke seke yürümek mümkün değil…
Belli ki Rümeysa’ya neşelenmek yasaklanmış! Yaşının gerektirdiği hafif yaramazlıklardan geçmeden, ergenlik icabı azıcık haytalık yapamadan, insanlık icabı biraz hoppalık edemeden, kestirmeden ‘olgun’ ‘ciddi’ ‘ağırbaşlı’ ‘hanımefendi’ olması beklenmiş. Bypass edilmiş insanlığı gerekleri. Kâbe’yi, sadece Kâbe’yi sevmesi gerektiği tembihlenmiş. Yanından uçup giden kelebeklerin cıvıltılı tavafı dine dâhil edilmemiş. “Büyümüş de küçülmüş!” rolü yapıştırılmış yakasına. Hep o sahnede Rümeysa. İmam Hatipli ve başörtülü bir kere!
Koşup yanına, demek isterim ki Rümeysa’ya: “Yok kızım, yok; bildiğin gibi değil! İslam izin vermiyor değil Müslümanlar izin vermiyor yolda seke seke yürümene.” Muhtemelen duraksayacak, inanmaz gözlerle bakacak bana. Biraz daha açık konuşurum o zaman: “Yok kızım,; Müslümanlar da izin vermiyor değil, kendi dar kafalılıklarını ve zevksizliklerini biricik Müslümanlık sayanlar buna izin vermiyor şarkı dinleyerek seke seke yürümene.” “Hadi canım sen de!” diye yoluna devam etmek isteyecek belki. Nihayet, ben de sakallı amcalardan biriyim. “Bireyselliğine izin vermiyorlar, keyfine bak, hayatın tadını al!” diye renkli vaadlerde bulunan, çekici teklifler yapan ‘deizm propagandist’i değilim. Yüzünde hafif de olsa bir tereddüt çizgisi belirirse başarılı sayarım kendimi. Sakince açarım konuyu: “Yok kızım, bildiğin gibi değil. Sana değil kendilerine de bunu yasaklayanlar aslında böyle yolda seke seke yürümek istiyor ama kendilerine itiraf edemiyorlar. Belki şeyhleri ayıplayacak diye korkuyorlar. Belki dinden çıkacağız diye titriyorlar.”
Durdu mu ne! Ağırlığını meslek dersleri kitaplarının oluşturduğu çantasını indirdi omzundan. Gözlerimi gözlerine dikiyorum. “Acı onlara kızım; bize acı, annene babana acı! Onlar da mutsuzlar! Biz de! Bir türlü kendimiz olamadık! Kendimiz olmaktan korkuyoruz hâlâ… İnsanı insana anlatan Allah’la tanışmadık henüz. İnsana, Söz’ün ilk dörtte üçünde “olur böyle şeyler insanlık hâli…” diyen Rabb-i Rahim’e kul olamadık.
Masaya sidik kavanozu koyarak birbiriyle kavga eden, yanmaz kefen ticaretiyle hakikati bulandıran, kabir azabı fantezilerini katlayarak, cehennemin katlarını sayarak adam korkutmayı marifet sanan, hayata dokunmaktan korkan, kendisini cennetin ortasında varsayıp başkalarını cennete sokup sokmamaya karar verecek denli düşer kalkar bir beşer olduğunu unutmuş, tuzu kuruların yüzüne de sözüne de aldırma kızım…