Başlıktaki kavram, uluslararası akademik literatüre çevirisi “başarısız devlet (*)” olarak yapılabilecek bir şekilde yer edinmiştir. Bir halkın en başat hakları o halkın güvenliğinin ve geçiminin sağlanmasıdır. Başarısız devlet kavramı ise halkın ya da ülkenin temel ihtiyaçlarını karşılayamayan devlet anlamında kullanılmıştır.

Bu kavramın belki de en fazla uyduğu devletlerden birincisi Lübnan devletidir dersek abartmış olmayacağız. Çoklu bir topluma ve parçalı bir rejime sahip Lübnan’da 1975-1990 arası yaşanan iç savaşın ve akabinde önce İsrail ardından Suriye ve daha sonra bir kez daha İsrail’in işgal girişiminden sonra yaşanan gelişmeler, ülkenin adeta bir kuşatma altına girmesine sebep oldu. Bugün ülkede seçilmiş bir cumhurbaşkanı ve seçilmiş bir başbakan olmadığı gibi halkın birçok temel ihtiyacı karşılanamıyor. Ayrıca ülkedeki güvensiz ortam nedeniyle uluslararası güçler tarafından sağlanan paranın teslim edilememesi de ekonomik krizden çıkış yolunu kapatıyor. Çeşitli uluslararası konferanslarla toplanan para, ülkede kapsamlı bir siyasi reform yapılması şartıyla toplanmıştı ancak Lübnan’da bu reformu yapacak bir siyasi irade bulunmuyor.

Aslında Lübnan, başarısız devletin ötesinde kendi kendini imha eden bir devlet görüntüsü veriyor. İç savaşın ardından (ki Osmanlının son döneminde de Lübnan’da benzeri bir durum söz konusuydu) Anayasa’ya göre Cumhurbaşkanı'nın Hristiyanlardan, Başbakan'ın Sünni Müslümanlardan, Meclis Başkanı'nın ise Şiilerden olma zorunluluğu, dış etkilerle de birleşince sürekli bir siyasi kriz halinin yaşanmasına sebep olan bir etmen olarak öne çıkıyor. Son olarak 2014-2016 döneminde Cumhurbaşkanlığı koltuğu boş kalan ülkede, uzun uzlaşı çabalarının ardından göreve gelen iç savaşın önemli aktörlerinden biri olan ve işgalci Suriye tarafından sürgüne gönderilen Mişel Avn’ın ekim ayında görev süresinin sona ermesinden beri Cumhurbaşkanı koltuğu 10 aydır boş. Bu süreçte Temsilciler Meclisi, 12 kez toplanmasına rağmen tarafların uzlaşamaması nedeniyle cumhurbaşkanı seçemedi. Suriye’ye karşı savaşan ancak Suriye ile anlaşarak seçilen Avn’ın gidişinin ardından kurduğu ve damadı Cibran Basil tarafından yönetilen Hristiyan Özgür Yurtseverler Hareketi’nin hem diğer Hristiyan parti Semir Caca liderliğindeki Lübnan Kuvvetleri Partisi, hem de İran ve Suriye’nin yörüngesindeki Şii Hizbullah ile uzlaşı sağlayamaması nedeniyle yeni cumhurbaşkanı hala seçilemedi.

Düşmansız bırakmak

İsrail’in 2006’daki saldırısına karşı koyduktan sonra güçlenerek Lübnan’da adeta paralel bir devlet haline gelen Hizbullah ve Özgür Yurtseverler Partisi’nin içinde bulunduğu 8 Mart ittifakı, Mayıs 2022’de yapılan parlamento seçimlerinde çoğunluğu kaybetmişti. İttifak, daha önce elinde tuttuğu ve 128 sandalyeli parlamentodaki 65 koltukluk çoğunluğa ulaşamadı. Bunun sebebinin Ekim 2019’da başlayan ve aylarca devam eden protestoların olduğunu söylemek mümkün.

Protestoların başladığı 26 Ekim 2019’dan iki gün sonra istifa eden Başbakan Saad el-Hariri, 2021 yılına kadar süren müzakerelerde yeni hükümeti kurma konusunda istediği tavizleri alamadı ve akabinde görevi iade ederek kısa süre sonra bütün siyasi faaliyetlerini dondurma kararı aldı. Lübnanlı Dürzi topluluğun liderlerinden Velid Canbolat da siyaseti bırakarak İlerici Sosyalist Parti’nin liderliğinden çekilince Avn’ın Cumhurbaşkanlığı sürecinde söz konusu iki kesime karşı ittifakını sürdüren Özgür Yurtseverler Hareketi ve Hizbullah ile Emel hareketleri içte düşmansız kalmış gibi görülüyor. Protestolardan çıkan adaylar ise hem Hristiyan kotasından hem de Sünni ve Dürzi kotasından sandalyeleri kazanarak parlamento da önemli bir güç haline geldi. Hal böyle olunca düşmansız kalan bu ittifak kendi aralarında anlaşmazlığa düşünce bu kez birbirini hedefe koymuş durumda. Hizbullah’ın desteklediği cumhurbaşkanlığı adayı Süleyman Franciyye, haziran ayında yaptığı açıklamada, Cihad Azur’u destekleyen Özgür Yurtseverler Hareketi’ne dair “Daha önce desteklediğiniz direnişin adayını (Hizbullah ve Suriye) şimdi desteklemeyerek DAİŞ ve İsrail’in yanında yer tuttunuz!” şeklinde bir suçlama yöneltti. Hareket ise 2016’da verdikleri destekten sonra bu kez kendileri Hizbullah’tan destek isteyerek Azur’un cumhurbaşkanı seçilmesini istiyor. Bu sebeple Avn, haziran ayında Şam’a giderek Beşşar Esed ile görüştü ve Esed’den destek istedi. Ancak görüşmeden eli boş döndü.

Taraflar birbirini ikna etmeye çalışırken, Hariri ve Canbolat ise daha önce defalarca üzerinde uzlaşılan adayı destekleyeceklerini ve Cumhurbaşkanlığı koltuğunun Hristiyanların hakkı olduğunu vurgulamıştı. Bu noktada, Temsilciler Meclisinin geçen hafta yaptığı yeni oylama çağrısı da sonuçsuz kaldı. Meclis, cumhurbaşkanı seçmek bir yeni oylama yapmak için toplanamadı. Dolayısıyla yaşanan bu siyasi tıkanıklığın yakın zamanda açılma ihtimali zayıf görünüyor. Ayrıca, Hariri ve Canbolat’ın “halkın sesine kulak vererek” siyasetten çekilmesine karşı bu iki hareketin yaşadığı anlaşmazlık onları ülkede yaşanan krizin baş sorumlusu ve muhatabı haline getiriyor.

Şiddet endişesi

Lübnan’da bahsettiğimiz ve aslında daha birçok yönü olan bu siyasi krizin içinde ülkenin güneyindeki Ayn el-Hilve’de Filistinli gruplar arasında meydana gelen çatışmalar, Lübnan’daki birçok kesimi endişelendiriyor. Zira 1975-90 arasındaki iç savaş da Filistinli gruplar yüzünden çıkmıştı. Bu kez hem Filistinli gruplar hem de Suriye’den gelen yaklaşık bir milyon mülteci toplumsal fayların gerilmesine sebep oluyor.

Suriye’de 2011’de başlayan devrim sürecinde bütün gücüyle Esed rejiminin yanında duran Hizbullah, rejimin ısmarladığı bütün mültecilerin Şam’a teslim edilmesi için mültecilere benzersiz baskılar kuruyor. Özellikle sınır bölgelerindeki kamplarda tutulan mültecileri sürekli kuşatma ve baskı altında tutan Hizbullah ve Özgür Yurtseverler Hareketi, ülkedeki ekonomik krizin günah keçisi olarak Suriyeli mültecileri gösteriyor. (Çok tanıdık bir tablo öyle değil mi?) Bu mesele başka bir yazının konusu olmakla birlikte Suriye ekseninde yaşanan anlaşmazlıkların Lübnan’da zaman zaman gerilimlere sebep olması nedeniyle önemli bir konu.

Ayn Hilve’deki çatışmalara dönecek olursak, bu çatışmaların ardından yaşanan bazı suikastlar ülkede yeni bir şiddet dalgası ihtimalini güçlendiriyor. Özellikle, başkent Beyrut ile Cebel-i Lübnan arasındaki Kahale köyünde Hristiyan ve Dürzi ahali ile Hizbullah militanları arasında yaşanan çatışma ve bir örgüt üyesinin öldürülmesi okları yeniden örgüte döndürmüş vaziyette. Lübnan’da Hizbullah’ın sahip olduğu silah gücü hem yeni bir iç savaşın sebebi olma potansiyeli taşıyor hem de bu savaşı engellemek için caydırıcılık teşkil ediyor. Ancak özellikle 2021’de Beyrut’ta Lübnan Kuvvetleri Partisi’nin silahlı elemanları ile Hizbullah-Emel ikilisi arasında yaşanan çatışmalar gibi gerilimler yine de bir iç savaş korkusunu harlıyor. Son çatışmalar öncesi Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Kuveyt ve Almanya gibi ülkelerin vatandaşlarına Lübnan’ı terk etme çağrısı yapması da iç savaşa ilişkin komplo teorileri dillendirilmesine sebep oluyor.

Buraya kadar anlatmaya çalıştığım şey aslında içinden çıkılamaz halde olan Lübnan’daki siyasi atmosferi özetle anlatmak içindi. Dolayısıyla Suriye’deki gelişmelere paralel olarak da Lübnan’daki şişen gerilimin bir patlamaya sebep olması her ne kadar Suriye’deki dengelerde köklü bir değişim olmadığı sürece yakın zaman için zayıf olsa da imkansız değil. Bütün bunlar ise çözüm üretilememesi halinde Lübnan’ın başarısız devlet olmayı da geçerek imha olmuş bir devlet haline dönüşmesini hızlandırması bölgede yeni bir şiddet durumunun oluşmasına zemin hazırlayabilir. Bu da son dönemde zaten sınırda Lübnan tarafıyla gerilim yaşayan, ağzını açmış bir canavar gibi Lübnan’ı bekleyen İsrail için yeni bir maceraya girişmek açısından iştah verici olabilir.