Yıllar önceydi…

Popüler kültüre hapsolmamış, yazar, sinemacı, düşünce insanlarının fotoğraf albümlerine dalıyor, en güzide fotoğrafları seçiyor “Albüm” isimli bir köşe yayınlıyordum vaktiyle.

Gazetecilikte ilk yıllarımdı. Yani günümüzde var olan provakatif, öğüten “gazetecilik” anlayışıyla değil; araştırma, merak duygusunu işlevselleştirme, keşfetme, buluşma ve buluşturma duygusunun hâkim olduğu dönemlerdi.

Bize geçmişi hatırlatan tüm nesneler, ne denli güzel olsalar da hele de anıları hatırlanıyorsa, burkar, kıymık gibi içimize doğru batar. Birden kendimizi vaktiyle geçmeyecek gibi yaşadığımız o anların yokluğuyla yüzleşirken buluruz.

Her biri dondurulmuş o “anlar”, gülümseyerek bize bakan çehrelerimizden kalan, ırak bir hayata yelken açmış oluşumuz belki de.

Belki de necip bir geçmişimizin olmayışıdır.

Öyle ya bir çoğumuz “ismini vermek istemeyen izleyicisiyiz” hayatlarımızın. Kendimizden habersiz kendimizi izler buluruz.

Fotoğraf albümleri, tıpkı insanlar gibi bir kişilik taşırlar. Başka bir deyişle hayatlarımızın DNA’sıdır. Bazı albümler yalnızca bireysel tarihi, bazıları da bir ülkenin, bir dönemin tarihini anlatır. Her ne olursa olsun, bizi hayatımızın istasyonlarında yeniden uğrama, içe yönelme, hızlıca bakıp geçme imkânı sunar. Hafızamız yeniden tazelenir, içimizde uyumakta olan duygularımızı uyandırır, mukayeseyi daha mümkün kılar.

Muhataplarıma “fotoğraflarınıza bakmaya geleceğim” demek aslında “izin verirseniz anılarınızda dolaşmak istiyorum” demekti bir bakıma. Şimdi daha iyi anlıyorum, böylesine mahrem “anlar”ı benimle ve bittabi okuyucu ile paylaşmak kimileri için ne zordu.

Benim için de apayrı bir tecrübeydi. Gerçi anılar benim anılarım değildi, ancak yeri geldiğinde bir ülkenin, yeri geldiğinde ise bir kuşağın anılarıydı. Tarihi bir tedrisatından geçtim bu anlamda. Onlar bir fotoğrafa bakarken, fotoğrafın künyesini, kısılmış gözlerle, bazen evdeki bir duvar kirişinde, bazen bir objede veyahut koltuk örtüsünde nasıl anımsamaya çalıştıkları gözümün önünden gitmez. Kimisi sokakların, mahallelerin, kentlerin dönüşüme işaret ederek “şimdi bu dükkân kapandı, şu çınar artık yok” demekle yetiniyordu. Kimisi o günün hava durumuna, üzerindeki elbiseye, ayağına diken batmasına kadar en ayrıntılı haliyle sıralıyordu. Anlatırken, kendini tutamayıp gözleri yaşaranlara çok defa şahit oldum. Bense ne kadar yabancı olurlarsa olsunlar, bu duyguları onlarla birlikte yaşıyordum. Sanki o eski sararmış fotoğraflarda, telaşla son anda kadraja dâhil olan insanlardan biri de bendim. Ne hikâyeler, ne sevinçler ne hüzünler, ne ukdeler, ne iç çekişler, ne pişmanlıklar çıkıyordu sararmış, ucu kıvrılmış o albümlerden…

Bazı albümlerde ise yarısı kesilmiş düğün fotoğraflarıyla karşılaşıyordum. İnsanlar gibi fotoğraflar da ayrılır. Atmaya kıyamadığımız fotoğraflardır onlar. Bedeni ölmediği halde içimizde öldürdüğümüz kişilerden kurtulmak bir makas darbesine bakar. Böyle bozuk kadrajlı fotoğraflar çoktur albümlerde.

Büyüdüğümde, çocukluğuma dair çok az fotoğraf oluşuna karşı üzüntümü anlatamam. İkizim Kübra ile benim “kolektif ihanetimize” kurban gitmiş fotoğraflarımız.

Sahaflarda kitapların, dergilerin uzağına sürgün edilmiş kimsesiz evlerden toplanan tozlu fotoğrafların cüzi bir rakama satılışa sunulması acı verir bu yüzden.

Aynı anda binlerce kare fotoğraf çekildiğimiz şu zamanlarda, fotoğraflara bu denli kıymet vermek gülünç gelebilir günümüz kuşağına.

Ancak, eski kuşaklarda da geçmişe mutedil bakanlar olduğu kadar sevmeyenleri de gördüm.

Vaktiyle bir müzisyeninin fotoğraf albümünü yazmaya niyetlenmiştim. Telefon konuşmamızda bana “fotoğraf albümüm yok benim” demişti ve eklemişti “Geçmişi sevmem, çünkü geçmiş acı verir.” Kimisi için temaşa edilen geçmiş, kimisi için elimli olabiliyor.

Geçtiğimiz günlerde TRT önemli bir işe imza attı ve arşivini dijital ortamda paylaşıma sundu. Herkes kendinden, geçmişinden bir şeyler buldu bu arşivlerde. Çünkü bir ülkenin, bir toplumun ortak tarihi dahası hafızası açılmıştı.

Bizler bu hafızanın ambarında dolaştık, kendimizi nerede kaybettiysek orada bulduk.

Rutin, tansiyonlu, sıkıcı ve boğucu yaşamlarımızın “firar anahtarı” oluverdi birden.

Bu tür şeylerin her şeyden evvel insan psikolojisini rahatlatan, gevşeten bir yanı vardır.

Geçmişe uzanmak, kısa bir süreliğine de olsa orada tutunmak, bizler için bulunmaz imkan bu anlamda.

Başka bir anlamda, “Geçmiş, geIeceğin maIzemesidir” diyor CemiI Meriç. Bizler o malzemeden müteşekkiliz.

Geçmişe götüren her vasıta, insana “malzemesini” tanıtması, hatırlatması bakımından önemli.

Mitleştirmeden, takılıp kalmadan, hayıflanmadan, nostaljik ağdalama yapmadan.