Yıl, 1983…  Memleketim Çankırı’da, ilkokul 1. sınıfta okurken, 100 kilometre uzaklıktaki Ankara’ya bir okul gezisi düzenlendi.

Otobüslerle gittik, TBMM’yi ziyaret ettik, ardından Anıtkabir’e ve Hayvanat Bahçesi’ne götürdüler.

Çankırı’ya dönerken de yol üzerindeki Esenboğa Havalimanı’na uğradık.

Sıra hâlinde aprona girdik. Yolcu almaya hazırlanan, merdiveni yerleştirilmiş uçaklardan birinin ön kapısından bindik.

Sıranın önündekilerden biri olarak uçağa girince bir çocuk refleksiyle ilk koltuğa oturdum ve arkamızdaki öğretmen gelene kadar da nasıl yaptıysam kemerimi bağladım.

Aradan kaç dakika geçti hatırlamıyorum ama ben kemerle uğraşırken suratımda patlayan tokatla öğretmenin sesini aynı anda duydum: Kalk oradan Recep!

Biraz korkuyla, biraz heyecanla o kemerden bir şekilde kurtulup koltuktan kalktım ve uçağın arkasına doğru ilerleyen sınıf arkadaşlarımızın arasına katılıp arka kapıdan indim. Otobüse binip memlekete döndük.

Bunun ne anlama geldiğini ise 1995 yılında; yani o tokattan ancak 12 yıl sonra ilk kez uçağa binebildiğimde kemerimi bağlarken o tokadı bir travma olarak hâlâ yüzümde hissettiğimde anladım.

1995’te uçağa binebilmiştim; çünkü 1994 yılında babam memur olarak yurt dışına gönderilmişti.

Yani ben de artık Türkiye’nin “imtiyazlı insanları” arasındaydım. 2000’li yıllara kadar bir memur çocuğunun imtiyazlı sınıfa dahil olabilmesinin yegâne yolu da zaten babasının yurt dışı göreve gidebilmesiydi.

O ilk uçağın bilet parasını denkleştirmek de kolay olmamıştı babama gerçi. Fransa’ya gidebilmemiz için İzmir’e turist getirip boş olarak geri dönen bir hava yolu şirketi bulmuştu. İstanbul’dan İzmir’e otobüsle gitmiş, bir gece tanıdığımızın evinde uyumuş sabah da uçağa binmiştik. 

Otogarlarda, elimizde valizlerle yaşadığımız eziyeti hâlâ hatırlıyorum.

O günden sonra yüzlerce kez uçağa bindim. Dünyanın dört bir yanını dolaşma fırsatı buldum.

Ne zaman uçağa binsem ve o kemeri bağlasam, her seferinde o tokadı yüzümde hissettim.

Kulağımda her seferinde, “Kalk oradan Recep!” ifadesi yankılandı.

Bugün, şu an bu yazıyı okuyan herkes, sadece bir tuşla, Türkiye’nin her yerine, önümüzdeki 1 ay içerisinde asgari ücretin 15-20’de biri kadar bir bedelle rahatlıkla uçak bileti satın alabiliyor.

1980 yılında İstanbul-Ankara arası indirimli uçak bileti 7 bin lira iken asgari ücret 16 bin liraymış. Yine asgari ücretin 503 bin lira olduğu 1991 yılında bir asgari ücret ile Ankara’dan İstanbul’a ancak tek gidiş geliş bileti alınabiliyordu.

Peki, 1983 senesinde bizi adeta bir müze gibi havalimanı gezmeye götüren zihniyetin amacı neydi?

Bize şunu mu demek istiyorlardı, “Çocuklar! Bakın, belki bir daha göremeyeceksiniz, binemeyeceksiniz; ama en azından gelmişken görün. Bu, uçak. İnsanlar buna biniyor ve uçarak başka diyarlara gidiyor”.

Sonra ne oldu? O gün Türkiye'de belki 50-100 bin kişi uçakla seyahat edebilecek imkâna sahipken bugün uçak 85 milyonun tamamı için artık ‘ulaşılamaz bir lüks’ olmaktan çıktı.

Hatta uçak ambulanslar, zengin yoksul ayırt etmeksizin ihtiyaç duyan herkesin hizmetinde…

20 yıl öncesine kadar hastaneleri, okulları, insanların kılık kıyafetine, parasına puluna göre ayıran ve bizim adımıza hangisine girip giremeyeceğimize karar verenler; bugün de aynı heveslerini sürdürüyorlar. Hazımsızlıkları, 20 yıldır geçmedi. Ellerinden gelse, birer sopa alıp büyükşehirlerde Anadolu’dan göç eden ne kadar insan varsa hepsini köylerine geri kovalayacaklar.

Türkiye’deki imkânların, refahın sadece kendilerine ait olmasını isteyenler, paylaşmaktan kaçınanlar, Anadolu insanının kendileriyle aynı uçağa binmesini, aynı hastanede tedavi olmasını, aynı restoranda yemek yemesini, aynı okula gitmesini istemeyenler bugün de azımsanmayacak kadar çok.

Fakat fark edemedikleri şu:

Bu ülkenin imkânları genişledikçe, sosyal adalet geliştikçe, bir zamanlar 3-5 bin aileye peşkeş çekilen bu ülkenin zenginlikleri, artık 85 milyona üleştirilince dünkü imtiyazlı sınıfın imkânlarında bir azalma olmadı. Hatta aralarına yeni imtiyazlılar katıldı, imkânları palazlandıkça palazlandı. Hiçbir şey kaybetmediler. Buna rağmen, aynı imkânlara Anadolu insanının sahip olmasını hazmedemiyorlar.

Yanlarına, dün zenci iken bugün yüzlerine pudra sürerek renklerinin beyazladığını zannedenleri de alıyor, kendilerine ait kabul ettikleri bir koltukta oturan kim varsa “Kalk oradan Recep!” diyorlar. 

Recep Tayyip Erdoğan’ı oturduğu koltuktan kaldırma çabalarının altında işte bu yatıyor.

Onu tüm ‘Recep’lerin temsilcisi görüyorlar.

Ne yaparsanız yapın, soyadımız ne olursa olsun, yolcu uçağına layık görmediğiniz ‘Recep’ler, artık Cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturuyor, Cumhurbaşkanlığı uçaklarına biniyor, sadece Türkiye'dekiler değil yeryüzündeki tüm kibir budalalarına önlerinde eğilmeden bükülmeden insanlık tokadı atıyor. Alışacaksınız.