Bundan on yıl öncesine kadar, koşuşturmacalarla yüklü bir gün tamamlandığında, meşgul olduğum işlerin üstesinden gelmiş olmanın huzuruyla “Çok şükür bugün de geçti” dediğimi hatırlıyorum.

Sevinirdim, iş bitirilmiş gün bitimlerine.

Son demlerde ise “Ah, bir gün daha geçip gitti” diye hayıflandığımı fark ediyorum.

Mesele günün bitmesi değil elbette. Günün nasıl bittiği…

Ukbadan alıkoyan bir telaş rüzgarıyla dünya gibi kendi eksenimizi tavaf ediyor olmaktan imtina etmenin serzenişini taşıyorum.

Dünyevileştikçe, ümmet bilincinden uzaklaşıyor olmamızın hazin öyküsü yazılıyor ahir zamanda. Bu öykünün kahramanlarından olma ihtimali üzüyor beni.

Hâlbuki bu öykünün figüranı bile olmak ötelerdeki sonsuz hayatım için zul, hayattan sonrası için ruhuma zulüm!

Kış mevsiminin eşiğinden seyrederken hayatı, ayazlı sabahlar söylüyor bana bütün bunları.

Kim bilir ne çok şey söylüyor da, ayak seslerimizden, teknolojinin hayatlarımızı kuşatmış sesinden, araç gürültüsünden, en fazla da telaşlı hızımızdan işitemiyoruz.

Bir koşuşturmacadır akıp gidiyoruz. Sermayemiz nasıl, ne için, kimlerle tükeniyor pek fehmetmiyoruz.

Bu hız arasında önemli gelişmeler yaşıyoruz. Mesela, hızla modernleşiyor yaşadığımız şehirler, yönü kıbleye bakan evleri yitirdik! Suya atılan taş misali merkezinde mabedi bulunan ve çevresinde halkalar oluşturmuş gibi daireler halinde yerleştirilmiş meskenleri mazimizden aktarılan bir masal gibi kitaplardan okuyoruz.

İki-üç ayda, hızla kaktüs gibi yükseliyor gökdelenler. Güneşsiz caddelerde betonların gölgesinden geçiyoruz.

Beton göğü delerken, deliniyor ruhumuzun topraktan mana devşirerek doldurduğumuz kalplerimiz.

Mesela minicik yavrucuklar, buluğ çağındaki çocuklar, gençler, öğrenmek için okul yolunu tutuyor. Her yaştaki çocuk ve genç kendi payına düşen alanda kulvar belirleyip yarışa girerek “start(!)/başla” komutunu bekliyor.

Ömrün en pervasız, en hesapsız, en coşkulu dönemleri gelecek zamanlar için ipotekleniyor.

Hangi kariyer, hangi makam ve dahi hangi servet o çocukluğu geri getirebilir ki?!

Yitirilmiş yıllar üzerine inşa edilmiş, her şeyi bilen ama mana ile ilişkilendirme ihtiyacı hissetmeyen bir nesil, “Başla komutuyla” bayrak iner inmez, hızla eğitim alanında bitişe doğru koşuyor.

Yitirdikleri sadece çocuklukları değil, dilleri de yitip gidiyor. Sırf tepkilerini ölçmek için yeni tanıştığım buluğ çağındaki gençlere “Hangi mektepte talebesin?” sorusunu soruyorum, cevap bilgilendirme şeklinde değil, tespit barındıran bir soru biçiminde geliyor: “Neden filmlerdeki babaanneler gibi konuşuyorsunuz?!”

Çocuk, asli dilini kendi babaannesinde bile duymadığı için arşivlik filmlerden es kaza kulağına ilişenle sorumu yadırgıyor.

“Okulda öğrenci olmak, mektepte talebe olmaya benzemiyor da ondan” diyorum. “Öyle mi? Nasıl?” sorularıyla ilgileniyor kimisi… Anlatıyorum.

Okul-okumak, öğrenci-öğrenmek… Ne daha az ne daha fazla, kökü, bağı hepi topu bu kadar olan iki kelime. Ama mektep ve talebe öyle mi ya?

Ketepe (yazdı), mektup (yazılan), kâtip (yazan), mektep (yazıya mekân)…

Mekân yoksa kâtip, kâtip yoksa mekân yok!

Talep (istek), talip (istekli), matlup (istenilen), talebe (öğrenmeye istekli)…

Talip yoksa talebe yok!

Klasik Türkçemizden sadece iki kelime, yalnız birkaç siga ve kök sağlamlığı, bağ kurulumuyla zenginleşmiş bir derya…

Her kelime ayrı bir serüven, ayrı bir mana yolculuğu. İşte bu sebeple, mektepte talebe olmak, okulda öğrenci olmaktan daha evla geliyor bana…

Kökü olmalı, köklü olmalı sözümüz ki, köklerimize vefamızı eda edelim.

Bağı olmalı, bağlı olmalı kelimelerimiz ki, darmadağın olmayalım!