İstanbul tarih boyunca defalarca kuşatılmış ancak Efendimiz ’in (sav) “Le-tüftehanne’l-Kostantiniyye veleni’me’l-emîrü emîrühâ veleni’me’l-ceyşü zâlike’l ceyş” (Konstantiniyye elbet feth olunacaktır. Onu fetheden emir ne güzel emirdir ve o ordu ne güzel ordudur) Hadis-i şerifi ile övdüğü emir Cennet Mekân Fatih Sultan Mehmet Han Hazretleri Ni’mel ceyş (güzel asker) diyerek övdüğü asker ise onun kutlu ordusunda yer alan askerleri olmuştur. İstanbul’un kuşatması esnasında şehit olan askerlerin büyük bir kısmı şehre girerken karşılaştıkları direniş esnasında, diğer bir kısmı ise şehre girdikten sonra sokak içlerindeki çatışmalar sırasında şehit olup, şehit oldukları mekânlara defnedilmişlerdir. İstanbul sokaklarında özellikle çoğunluğu Tarihi Yarımada’da olmak üzere bu şekilde bilinen 280 kabir vardır.

Kadı Hüsameddin Çamaşırcı Hacı Mustafa Efendi 18 Sekbanlar Camii 

Osmanlı Devleti’nin askeri sisteminin temelini oluşturan Yeniçeri Ocağı’nda, savaşta ordunun önünde yer alan birliklere “Sekban” denilmekteydi. İşte burası İstanbul’un fethi esnasında şehit düşen ve şehrin ilk şehitliğini teşkil eden 18 sekbanın mezarının bulunduğu mekândır. Mekânın hemen yanına kutlu fethin ilk şehitlerinden 18 sekbanların hatırasına Kanuni Sultan Süleyman döneminin İstanbul Kadısı “Kadı Hüsameddin Çelebi” tarafından 1540 yılında bir cami inşa ettirilmiştir.

Kadı Hüsameddin Çelebi Efendi, camiyi yaptırdığında 18 sekbanın kabrini de caminin haziresine dâhil ettirmiştir. Camiye ismi veren Kadı Hüsameddin Efendi’nin 18 Sekban’ın kabrini de hazireye dâhil etmesi ile cami “18 Sekbanlar Camii” olarak da anılmaya başlanmıştır. 1755 yılında bölgede çıkan yangın neticesinde Cami hasar görmüş ve camiyi Çamaşırcı Hacı Mustafa Efendi tekrar yaptırmıştır. Bu tarihten itibaren bu cami “Kadı Hüsameddin Çamaşırcı Hacı Mustafa Efendi 18 Sekbanlar Camii” ismi ile anılagelmiş ve İstanbul’un en uzun isme sahip camisi olarak kayıtlardaki yerini almıştır.

Şehitliğindeki kabirlerde yatanların isimleri bilinmiyor, yalnız kabirlerden birinde Hamza bin Hızır’ın ismi yazmaktadır. Şehitliğin girişinde sol tarafta yer alan Sekban Hamza bin Hızır’ın kabir taşında Hüve’l-Hallâku’l-Bâkî Kethüdâ-yı Şühedâ-i Sekban Hamzâ bin Hızır Hazretleri’nin ruhuna Fatiha H. 857 (Miladi: 1453) ifadeleri yer almaktadır.

Lahanacılar ve Bamyacılar

Kadı Hüsameddin Çamaşırcı Hacı Mustafa Efendi 18 Sekbanlar Camii’nde öğle namazını kıldıktan sonra Efendimiz’in (sav) mihmandarı Eyüp Sultan Hazretleri’nin komşularını ziyaret etmek üzere yola koyuldum. Sık aralıklarla tekrarladığım bu ziyaretler esnasında her defasında birbirinden farklı komşular karşılıyordu beni burada. Bazen bir şeyhülislam, bazen bir derviş, bazen bir pehlivan bazen bir cellatla karşılaşıyor uzun uzun muhabbet ediyordum onlarla.

Bunca çeşitliliğin arasında daha önce duyduğum ancak ziyaret etme fırsatı bulamadığım ilginç bir mezar taşı ile karşılaştım onca fesli ve sarıklı mezar taşı arasında hemen dikkat çeken kaidesi lahanaya benzeyen ilginç bir mezardı bu. Feshane Caddesi ile Kızıl Değirmen Sokağı’nın birleştiği yerde, Hubbi Hatun Türbesi sol tarafında ve Mehmed Vusuli Efendi Türbesi haziresi içindedir. Hemen yaklaştım yanına ve incelemeye başladım. Bir taraftan inceliyor bir taraftan da bu mezar taşının ilginç öyküsünü okuyordum.

İsimleri nereden geliyor?

Yıldırım Beyazıt’ın Ankara Savaşı’nda Timur’a yenilmesi sonrasında ordusunu güçlendirmek için Amasya’ya çekilen çelebi Mehmet, iki yüz süvariyi talime alır. Bunların bir kısmı Çelebi Mehmet adına diğer kısmı da oğlu Murad adına (Fatih Sultan Mehmet’in Babası) talim yaparlar. I. Mehmet o sıralar Merzifon'a çekildiği ve Merzifon'un da lahanası meşhur olduğundan dolayı takımına Lahanacılar, Amasya'da bulunan oğlu II. Murad'ın takımına da buranın bamyası meşhur olduğundan Bamyacılar adı verilmiştir.

Lahanacılar yeşil pantolon, yeşil gömlek giyer ve yeşil bayrak taşırmış. Bamyacılar kırmızı pantolon, kırmızı gömlek giyer ve kırmızı bayrak taşırlarmış. Tıpkı Doğu Roma İmparatorluğu döneminde at yarışları yapan maviler ve yeşiller gibi Osmanlı’da da bu mücadele 15. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar devam etmiştir.

Haydi bamya, bastır lahana!

Müsabakalar Saray’da genellikle cuma namazı sonrası düzenlenir bu tertiplere halk katılmazmış. Ancak özel günlerde meydanlarda düzenlenen oyunlara halk çok fazla ilgi gösterir ve hatta “Haydi Bamya, Bastır Lahana” diye tezahüratta bile bulunurlarmış. Bu takımlardaki fanatiklik zamanla o kadar artmaya başlamış ki şahıslar veya yakınları öldüklerinde mezar taşlarına bu takımların amblemlerin konması adeta gelenek haline gelen bir âdet olmuştur.

İşte şimdi önünde durduğum ayak şahidesinde yazanlardan anladığımız kadarı ile Hafize Hattat Habibe Hanım’ın mezarı olduğunu bildiğimiz bu mezar taşının üzerinde de bir tarikata mensubiyetinin nişanesi olan tac-ı şerif sikkeli baş şahidesinin üzerinde lahana şeklinde bir başlıkta bunun bir göstergesi sanırım.

Saraya Lahanacılar ve Bamyacılar Anıtı

Lahanacılar ve Bamyacılar zaman zaman saray ve padişahlar arasında dahi desteklenmiştir. Sultan III. Selim Lahanacıları tutarken, Sultan II. Mahmut Bamyacıları desteklemiştir. Öyle ki yaptırdıkları çeşmelerden merdiven tutacaklarının başlarına, diktirdikleri nişan taşlarına kadar tepelerine taştan bir lahana ya da bamya koydurmayı eksik etmemişlerdi.

Topkapı Sarayı’nın Bab-ı Hümayun Kapısı’ndan sağa inen yol üzerinde biri bamya diğeri ise lahana motifleriyle süslü iki dikili taş vardır. Bunlardan Lahana Anıtı’nı 1790 yılında cündilerden birinin 434 adımdan tüfekle bir yumurtayı vurması üzerine III. Selim, Bamya Anıtı’nı ise 1811 yılında II. Mahmut yaptırmıştır. Hatta İlhami mahlası ile şiirler yazan 3. Selim bir şiirinde Lahanacılar için tezahüratta bile bulunmuştur. Bununla birlikte takım taraftarları da takımlarına bağlılıklarını farklı şekilde göstermişlerdi. Bunlardan biri de Çengelköy’de bulunan lahana motifi başlıklı olarak yapılmış Kavas Ahmed Ağa Çeşmesi’dir.

Evliya Çelebi’nin dişleri kırılmış

Bu oyunun oyuncularına “Cundi” deniliyordu. Birçok meziyet ile donatılarak yetiştirilen Cundiler her işlerini at üzerinde yapabilecek kadar kabiliyetlidirler. Koşan bir ata koşarak yetişip üzerine binecek kadar hızlı, yüzlerce metre ötede başka bir at üzerinde hareket halinde başının üzerinde portakal taşıyan birinin başında ki portakalı vurabilecek kadar nişancı, hareket halindeki atlarda yer değişebilecek kadar cesurlardı. Cundi olabilmek için çok iyi at binmek, kılıç ve pala kullanmak aynı zamanda çok iyi ok atabilmek gerekirdi.

Sultan İbrahim zamanında kaptanıderyalara kadar yükselmiş olan Seydi Ahmet Paşa bu oyunu çok sert oynardı, o oyun oynarken yaralanalar hattâ ölen bile olmuştu. Seydi Ahmet Paşa’nın attığı bir cirit yüzünden biri hayatını kaybedince Sultan İbrahim’e şikâyet edilir. Sultan İbrahim O’nun da katlını ferman buyurunca da Seyit Ahmet Paşa kaçırıp padişahtan saklanır. Daha sonraları onu saklayanlar padişahtan affı için ferman almayı başarınca Seyit Ahmet Paşa’nın hayatı kurtulmuş olur.

Hatta bir defasında Seyit Ahmet Paşa bu oyun esnasında Evliya Çelebi’nin de dişlerini kırmıştı. Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesinden öğrendiğimize göre Evliya Çelebi iyi ata biner ve iyi cirit atarmış. Yine kendisinden öğrendiğimize göre 1647 senesinde Seyit Ahmet Paşa ile oynadığı bir cirit esnasında dört dişi kırılmıştır. Bu kırılan dişlerini Viyana’da yaptırdığını yazmıştır.