“Nefs” kelimesi Kur’an’da geçen köklü kavramlardan birisidir. Allah, güneşe yemin ettikten sonra nefse yemin etmektedir:

“… Ve nefse ve onun dengesini kuran Allah’a yemin olsun ki (bu mesajlar) sizin için daha önemlidir. (En önemlisi de şunları bilmenizdir): Allah kişiye davranışlarındaki yanlışlığı da doğruluğu da ilham eder. Kim kendini geliştirirse umduğuna kavuşur. Kim de kendini pis işlere sokarsa kaybeder.” (Şems 91:7-10).

Kur’an’da kötülüğü emreden (nefs-i emmâre), doyuma eren (nefs-i mutmainne) ve kendini kınayan nefisten (nefs-i levvâme) bahsedilmektedir: “Yanlışlarını görüp kendini kınayan nefse de yemin olsun (çünkü bu da çok önemlidir).” (Kıyamet 75:2).

İnsanlar çok eski zamanlardan günümüze kadar zalimleri kınamayı alışkanlık edinmişlerdir. Nitekim bizler de sömürgecileri, diktatörleri, kodamanları, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ni, İsrail’i yani başkalarını tüm biçimleri, renkleri ve tezahürleriyle kınıyoruz. Böylece kendimizi ibra ederek sorumluluktan kaçmaya çalışıyoruz. Nefsini kınamayanlarımız bile yaşadığımız sorunlarda kendimizin hiçbir rolü yokmuş gibi nefsimizi kınamayı söz konusu bile etmiyoruz.

Oysa Kur’an denklemi tersine döndürmekte ve kınamanın adresi olarak yalnızca zalimi/ezeni değil mazlumu/ezileni de göstermektedir. Bu, siyasal, toplumsal ve bireysel sorunlara yaklaşımda yepyeni bir modeldir. Zira olayın bağlamını ve odak noktasını değiştirmekte, sorumluluk hiyerarşisini şaşırtıcı bir şekilde yeniden düzenlemektedir.

Önceliklerin bu şekilde yeniden düzenlenmesi bize kozmik bir devrimi hatırlatmaktadır. Bütün bir insanlık dünyanın evrenin merkezi olduğunu, güneşin ve diğer tüm yıldızların bizim etrafımızda döndüğünü zannediyordu. Daha sonra kozmik hakikatin tam tersi olduğu keşfedildi ve dünyanın güneş etrafında dönen, galaksinin ortasındaki boşlukta kendi yörüngesinde yüzen küçük bir uydudan başka bir şey olmadığı anlaşıldı.

Gökbilimdeki bu devrimi kavramak ve kabullenmek insanlar için zor oldu. O kadar ki, bu görüşü ilk dile getirenler İncil’e el basarak sözlerini geri almaya zorlandı. Giordano Bruno sözünü geri almayı reddettiği için 1600 yılında yakıldı! Suudi Arabistan’da 60 yıl önce bir kadı bana şu soruyu sorduğunda çok hayret etmiştim: “Bu kâfirler dünyanın döndüğünü nasıl söyleyebiliyorlar? Güneşin bizim etrafımızda dönüp durduğunu kendi gözleriyle göremiyorlar mı?” Belki de onun bu sözüne şaşırmamalıydım, çünkü günümüzde bile dünyanın döndüğünü inkâr edenler var.

Dikkat çekici bir husus da Kur’an’ın hareket ve gölge kavramlarından bahsederken güneşi örnek getirmesidir:

“Rabbinin gölgeyi nasıl uzattığını görmedin mi? Tercihi farklı olsaydı onu hareketsiz kılardı. Güneşi de ona delil yapmıştır. Sonra gölgeyi yavaşça kendine (yukarıya) çeker (ve kısaltır).” (Furkan 25:45-46).

Güneşin, olguları yanlış anlama, hatta tam tersine anlama ihtimalinin delili olduğunu düşünüyorum. Zira binlerce yıl boyunca insanlar, apaçık görünmenin timsali kabul edilen güneşin hareketlerinde bile yanılmış ve onun dünyanın etrafında döndüğünü zannetmiştir. İşte bu yüzden Allah; “Din (inanç) konusunda aslâ zorlama yoktur!” (Bakara 2:256) buyurmuştur. Zira yanlış anlama varoluştaki en bariz şeylerde söz konusu olabilmekte, herkes o konuyu yanlış anlamış olabilmektedir. Peki, bizim anlayışımıza katılmayan muhaliflerimizi öldürmek ve nefsimizi de ibra etmek (kendimizi haklı çıkarmak) hususunda hangi inanç, fikir ve durum adına garanti sunabilir (ve kendimizde böyle bir hak vehmedebilir)iz?  

Aynı şekilde, kınamayıkendi nefsine yöneltme fikri, uzun zamandır insanların büyük çoğunluğu tarafından, özellikle politikacılar ve genel olarak tüm toplum tarafından ret mahallinde kalmıştır. Çünkü (kınamayı kendine/nefsine yöneltmek) dengeyi/düzeni bozacak, konumu kaybettirecek, (doğru sandığı) yanlışından uzaklaştıracaktır. Kınamada odak noktasına kendini/nefsini koymak elbette can sıkıcıdır ve insanın suçu başkalarına atarak edinmiş olduğu rahatlığı/konforu elinden alır.

Müslümanlar Uhud’da yenildiğinde içlerinden durumu protesto sadedinde “Bu da nereden çıktı?” diyenler olmuştu: “Başınıza bir olay gelince; “Bu da nereden çıktı?” demeniz mi gerekirdi? Hâlbuki siz karşı tarafa bunun iki katı sıkıntı vermiştiniz. De ki: “Bunun sebebi sizsiniz!  Allah her şeye bir ölçü koymuştur.” (Âl-i İmran 3:165). Gelen cevap, sorumluluğu kâfirlerin süvarilerine liderlik eden ve okçuların gafletini fırsat bilerek tepenin arkasından bir manevrayla Müslüman orduya arkadan saldıran Halid bin Velid’e yüklememişti.

Bu nedenle, nefsini kınamanın/ kendini suçlamanın, nefisle ilişkimizde riayet etmemiz gereken nebevî yöntemde saklı bir davranış olduğunu ve bu konunun bilimsel yöntemlerle çalışmasının zaruri olduğunu düşünüyorum… Bu konuyu işlemeye devam edeceğiz, inşallah.

Çeviri: Fethi Güngör