Birinci Dünya Savaşı sona erdiğinde tüm dünyanın gözü Paris’teydi. 18 Ocak 1919 tarihinde Paris’te bir araya gelen galip devletlerin temsilcileri, savaş sonrası düzenlemelere ilişkin ortak bir mutabakata varmakta zorlanıyordu. En büyük sorun, savaş sırasında verilen sözler, vaat edilen topraklar ve yapılan gizli antlaşmalardı. Dünya nefesini tutmuş bir vaziyette, tarihin şahit olduğu en büyük konferansın sonuçlarını bekliyordu.

Galiplerin galibi Amerika Birleşik Devletleri’nin, Paris Barış Konferansı’nın başlangıcında gözle görülür bir ağırlığı vardı. Başkan Wilson, Avrupa’nın dünyaya tahakküm etme gücünü tamir etmek yerine yeni bir düzenin kurulmasından yanaydı. Bu nedenle savaş öncesinde sürdürülen güç dengesi sisteminin, gizli diplomasi anlayışının, ittifaklar sisteminin ve bunlara dayalı olarak savaş sırasında yapılan gizli anlaşmaların geçersiz olduğunu ilân etti.

Wilson’un bu tavrı, Avrupa’nın sömürgeci güçlerin de ciddi kaygılara yol açtı. İngiltere, savaş boyunca yürüttüğü gizli diplomasiyle Fransızlara, Siyonistlere ve Araplara birbiriyle çelişen yazılı sözler vermişti. Savaş İngiltere’nin galibiyetiyle sonuçlandığına göre, bahse konu taraflar kendilerine verilen sözlerin yerine getirilmesini istiyordu.

ABD’nin tavrı ise self determinasyon ilkesinin uygulanmasından yani bütün halkların kendi siyasal statülerini özgürce tayin etmelerinden yanaydı. Ancak bu görüşe İngilizler, Fransızlar ve Siyonistler şiddetle karşı çıkıyor ve yerel halklara böylesine geniş bir siyasi hakkın tanınmasını kabul etmiyorlardı. Çok parçalı bir sosyolojiye sahip Ortadoğu, sömürgeci güçlerin çıkarları doğrultusunda yeniden parçalara ayrılmakla karşı karşıyaydı.

Barış Konferansı’nda, Ortadoğu’da İngiliz, Fransız, Arap ve Siyonist çıkarlarını uyumlaştırmak için yoğun bir mesai harcandı. İngilizler ve Fransızlar, Ortadoğu’dan çekilmeye, Siyonistler Filistin’den vazgeçmeye ve Araplar da büyük bir Arap Krallığı’ndan yüz çevirmeye rıza göstermiyordu.

ABD istemeyerek de olsa sömürgeci Avrupalıların, Arap topraklarında manda sistemi kurulması önerisini kabul etti. Ancak bir şart öne sürdü. Hangi toprakların hangi devletin mandası altında kalacağına, kurulacak bir komisyonun raporu doğrultusunda karar verilecekti.

Komisyon öncelikle Suriye, Irak ve Filistin’de yaşayanların isteklerini araştırmak için bölgeye gidecek ve ardından raporunu hazırlayacaktı. Beklenildiği üzere İngiltere, Fransa ve Siyonistler, komisyon kurulması fikrine ve Ortadoğu’ya herhangi bir heyetin gitmesine karşı çıktılar.

Ancak ABD geri adım atmadı ve bölgede inceleme yapmak üzere King-Crane komisyonunu kurdu. Komisyona, İngiliz ve Fransız temsilciler katılmadı. Komisyon 10 Haziran 1919’da Yafa’ya ayak bastı. Yaz boyunca Filistin, Lübnan ve Suriye’yi dolaştı ve her katmandan kişilerle görüştü. Kamuoyunun görüşlerini yansıtan rapor 28 Ağustos günü konferansa sunuldu. Başkan Wilson’un o sırada Amerika’da olmasından dolayı rapor konferansta tartışmaya bile alınmadı. İngiliz-Fransız-Siyonist niyetleri hayat bulana kadar yerel halkın gerçek isteklerini yansıtan rapor 1922 yılına kadar sümen altı edildi.

Rapor, Suriye’den Filistin ve Lübnan’ın çıkartılmasına, Siyonistlerin Filistin planlarına ve Suriye’nin herhangi bir parçasında Fransız manda idaresinin kurulmasına halkın sıcak bakmadığını belirtiyordu.

Rapora göre Araplar, Filistin ve Lübnan’ı da içerecek Suriye devletinin tam bağımsızlığını savunuyorlardı. Şayet bağımsızlık yerine bir manda idaresi olacaksa, bu ABD ya da İngiltere’nin mandası olmalıydı. Araplar, manda fikrini düşünmenin nasıl bir tarihi hata olduğunu ilerleyen yıllarda anlayacaklardı.