Ortadoğu, bir asrı geçkin bir süreden beri çeşitli hesapların sonucu olarak paramparça bir hale geldi. İşgaller, iç savaşlar, ülkeler arası savaşlar, darbeler ve suikastlar, neredeyse bu bölgenin gündelik hayatının bir parçası oldu. Tüm bu serencamın izahı tek bir kelimeyle izah ediliyor: “emperyalizm.” Teşhis bu şekilde tarif edilirken, tedavinin de bundan çok farklı olmadığı dikkatlerden kaçmamaktadır. Hal böyleyken tedavinin de emperyalizm nedeniyle mümkün olmadığı büyük ölçüde kabul edilmiş görünmektedir. Kısaca, bu bakış açısına göre Ortadoğu’da yaşanan tüm dramların günah keçisi emperyalizmdir ve petrol gibi enerji kaynakları bölgede var olduğu müddetçe, kalıcı barışı sağlamak mümkün değildir.

Uluslararası ilişkilerin kabul görmüş temel felsefesine göre, devletlerarası ittifaklar; duygusal, dini veya ideolojik sâiklerle değil, pratik çıkarların kabulüyle hayat bulur. Buradaki önemli husus, bu ittifakların bir aşk evliliği sonucu değil tam aksine mantık evliliği neticesinde meydana gelmiş olmasıdır. Ortak çıkar, ortak fayda, ortak tehdit, ortak güvenlik durumunda birlikte hareket etmeye dayalı bir yük paylaşımı söz konusudur. Bu yaklaşımın basit örnekleri çok geçmişe gitmeden, ABD’nin İkinci Dünya Savaşı’ndan bugüne kurmuş olduğu ittifaklarda görülebilir.

Ortadoğu’da, tarihsel sürece ters düşen temel bir mantık hatası görülmektedir. Bu coğrafyadaki devletler yıllarca azgelişmişliklerini ve istikrarsızlıklarını Batılı dış güçlere vurgulu bir şekilde bağlarken, diğer taraftan asıl tehdidin bölge ülkelerinden geleceğine dair bir “komşu ülke sendromu” oluşturmuşlardır.

“Komşu ülke sendromu” doğal olarak bölge ülkeleri arasında dışlayıcı kimlik yaklaşımlarının güç kazanmasına ve böylece etnik ve mezhepsel temelli bir uluslararası ilişkiler normunun, bölgede kök salmasına yol açmıştır. Bölgesel iletişimin ve etkileşimin, bu normları yayan farklı aktörler üzerinden gelişimi, nihayetinde bölge devletlerinin davranışlarını Batı tipi uluslararası ilişkilerin dışına taşımıştır. Bu yapının yerleşmesi; nesnel, basit ve tutarlı herhangi bir ortaklığın inşa edilmesini de engellemiştir. Tek ve sabit bir gerçeklik üzerine bina edilen “komşu ülke sendromu” bölge ülkeleri arasında sağlıklı bir uluslararası ilişkilerin sisteminin kurulmasını engellemektedir. Belki daha vahimi, bu anlayışın bölgede militarizmi daima canlı tutuyor olmasıdır.

Bölge devletlerinin anlamsız “komşu ülke sendromu” ile meşgul olması, elbette dünyanın küresel güçlerinin işine gelecektir. Zira onlar bu çatışmanın; silah ticaretinden teknoloji transferine, finansal kredilerinden siyasal hakemliğine her türlü rantına sahip olmak için kendi aralarında mücadele edeceklerdir. Bir de bu duruma insanlığın ruh krizinin bir tezahürü olarak ortaya çıkan ve kısa zamanda hem bir dış politika aracına hem de bir endüstriye dönüşen terörizmin, terör rantiyerleri tarafından Ortadoğu ve İslam’a ihale edilmesini eklemek gerekecektir.

Ortadoğu’nun kurtuluşunun ancak yeni bir bölünmeyle mümkün olabileceği iddialarının tartışıldığı şu günlerde, yapılması gereken en önemli icraat bölge başkentlerinde, her ne olursa olsun, sürdürülecek kesintisiz diplomasidir. Buna ek olarak, kültürel diplomasinin çapı ve hacmi de artırılmalıdır. Bu bağlamda kalıcı işbirliğini sağlamak adına, geçmişten tevarüs eden kökleşmiş meseleleri kurcalamadan yeni bir yol haritası belirlenmelidir. Diğer bir ifadeyle, bölge devletlerinin kimliğine bakılmaksızın ekonomik ve kültürel işbirliği yolundan yürümeyi başarmak önemli bir adım olacaktır. Sonuç olarak bölgesel iletişim, bilgi ve kültürü yeniden tedavüle kazandıran kimlik üstü siyasi bir anlayış bölgeyi birbirine bağlayacak yegâne çıkar yoldur…