Sokak röportajları bir moda, bir salgın, bir çılgınlık olarak devam ediyor. Mekan sokak olsa da sokağın doğal bir parçası değil. Zaten maksat, sokağın nabzını tutmak, hislerine aracılık etmek değil.
Rating avcıları, mikrofona ulaşmayı kolaylaştırarak, sokağı talan ediyorlar. Sokaktakileri senaryolarını kendi yazdıkları parodilerin oyuncuları yapıyorlar. Sosyal medyadaki kuralsız yarışta, ahlaktan arındırılmış rekabette, kendi şöhretleri için malzeme topluyorlar.
Hazırlık gerektirmeyen, kolay, kışkırtıcı bir formatları var. Bir bakışta doğru insanı bulmalarına da gerekmiyor. Biraz zaman ayırır, çok deneme yaparlarsa, büyük balığı yakalıyorlar. Yine de istediklerini alamazlarsa, ele geçirdikleri ham malzemeye, kurgu odasında kendi istedikleri şekli veriyorlar.
NEYE HİZMET?
Demokrasiye, ifade özgürlüğüne hizmet ettiklerini söyleyebilir miyiz? Hayır. Toplumsal barışa katkı sağladıklarını da görmedik.
Soruyla yönlendirilerek, cevabın nasıl geleceği tahmin ederek mikrofon uzatıyorlar. Sözleri sınırlarda dolaştırıyor, hafif bir dokunuşla sınırı çiğnetiyorlar.
Ayaküstü çözümler, kestirmeden cevaplar, filozofluklar, derin uzmanlıklar… Amatör tarihçiler, yarı doktorlar, yarım sosyologlar orada keşfediliyorlar. Ortak özellikleri çok cesur, fazlasıyla cüretkâr olmaları.
Her konuşan Gordion’un düğümünü o birkaç dakika içinde çözüveriyor. Hiç kimsenin bakmadığı yerden bakıyor, hiç kimsenin göremediğini görüyorlar.
Her sorun için son derece pratik, hiç açığı olmayan çözüm önerileri var. Terörü durduracaklar, ekonomiyi düzeltecekler, göçmen sorununu kimse farkına varmadan çözecekler.
Öyle keskin hükümler veriyorlar ki; üzerine söz söylenemiyor. Üç cümle ediyor ve sonuna o üç cümleden daha büyük bir nokta koyuyorlar.
SEN KİMSİN?
Kim olduğun, o güne kadar neleri başardığının önemi yok. Kendine, çevrene, ailene, memleketine ne hayrının dokunduğuyla kimse ilgilenmiyor. Ülken için ne katma değer ürettin? Soran yok. Aldığın herhangi bir görev ya da sorumluluk olması da gerekmiyor.
Sokağın onca kalabalığının arasından sen seçiliyorsun. Nasıl olmuş da senin cevherin fark edilmiş? Bu soru aklına takılsa da oradan hızla geçiyorsun. Sen seçilmiş birisin artık. Yıllarca bu anı beklediğini çaktırmamalısın. Şimdi oyalanma zamanı değil. Mikrofonun hakkını vermelisin.
Konu başlığı ‘özel’ seçiliyor. Gündeme özel, semte özel, yaşına özel… Kürsüler kuruluyor. Akademik bir kürsü, parlamento kürsüsü ya da meydan mitingi kürsüsü… Hangisini istersen! Sesin sokakta yankılanıp kulağına geri geliyor. Pek havalı, pek güzel.
SÖZÜN SEYRİ
Söze başlarken başkansın, lidersin, patronsun, yönetim kurulu başkanısın, genel müdürsün. İkinci cümlede kurtarıcı olduğun anlaşılıyor, alkışlanıyorsun. Akıl veriyor, parmak sallıyor, tehdit ediyorsun. Bir adrese mesaj gönderiyorsun! Ne de olsa o kendisini biliyor!
Söyleyeceklerin bitmedi, ancak acelen var. Unutma! Önemli insanların hep aceleleri olur! Kamuoyu bu kadarla yetinmeli, daha fazlasını duymayı hak edinceye kadar beklemelidir.
Andy Warhol’un “Herkes bir gün, on beş dakikalığına ünlü olacak.” teorisi aynen geçerli. Sadece süre kısaldı. 1,2 dakika yeterli oluyor. Sen artık ünlü birisin. Bundan böyle hayatın ikiye ayrılıyor. Sokak röportajından önce, sokak röportajından sonra…
Sözünü ortaya bıraktın. Çözümü gösterdin. İster çobanın kavalı gibi dinlemiş olsunlar, ister titreyip kendilerine dönsünler…Tercih onlara kalmış.