“Ve lekad raâhu bil-ufukil-mubîn.”

“Andolsun ki, onu (Cebrâil’i) açık ufukta görmüştür.” (Tekvîr, 81/23)

İnsan iki gözle görür ama iki gözle anlayamaz.

Biri dışa, biri içe bakar.

Dışıyla manzarayı görür, içiyle manayı.

Peygamber, Cebrâil’i gökyüzünde değil, kalp ufkunda gördü.

O, semayı seyretti. Biz, ekranı seyrediyoruz.

O, hakikati okudu. Biz, bildirim okuyoruz.

O, gökten vahiy indirdi. Biz, aşağıya kaydırıyoruz.

Ufku kapanan insan, göğü değil, tavanı görür.

Görse de anlamaz, anlasa da inanmaz.

Çünkü ufuk, sadece gökyüzü değil; aklın ve kalbin birleştiği çizgidir.

Bir vakitler gökyüzü secdeyle doluydu.

Şimdi ekranlar bakışlarla kirleniyor.

Bir zamanlar sema “Oku!” dedi,

biz “Atla geç” dedik.

Cebrâil’i gören gözle, ekranı kaydıran parmak arasında bir uçurum var.

Biri vahyin kapısını aralıyor, diğeri gafletin ekranını açıyor.

Artık insanlar gökyüzüne bakarken “bulut var mı” diyor.

Oysa eskiden “rahmet var mı” diye sorulurdu.

Ayetin ufku açık, ama insanların ufku kararmış.

Bir milletin ufku daralınca,

iman göğe değil, gündeme sığar.

Dua susar, eleştiri konuşur.

Secde azalır, slogan artar.

Ve farkında mısın?

Her şey ufkunu yitirdi.

Bilim aklı yüceltti ama irfanı unuttu.

Teknoloji gözü büyüttü ama kalbi kör etti.

Artık hiçbir şey “açık ufukta” değil.

Her şey sisin, sistemin, siyasetin ardında kayboldu.

Peygamber (s.a.v.) Cebrâil’i ufukta gördü; biz, kendimizi aynada kaybettik.

O, göğe baktı ve Rabbini buldu.

Biz, aşağıya baktık ve kendimizi kaybettik.

Çünkü göğe bakan hakikati görür, kendine bakan karanlığı.

Selam ve duayla

Fî emânillah