Hikmetlerin en büyüğü Allahutaala’nın kelâmı, Kur’an-ı Kerîm’dir. Göz nuru için güneş neyi ifade ediyorsa, akıl nuru için de Kur’an-ı Kerîm tam olarak odur. O halde Kur’an-ı Kerîm bir nurdur.

Nisâ Suresi’nin 174. ayetinde buyurulur;

“Ey insanlar! Şüphesiz size Rabb’inizden kesin bir delil geldi ve size apaçık bir nur indirdik.”

Madde (şehâdet) âleminin haricindeki bir başka âlem madde ötesi (melekût) âlemdir. Melekût âleminde bulunan şeylerin, maddî âlemde birer misâlleri mevcuttur ki Kur’an-ı Kerîm açıklamalarında işte bu misâlleri kullanır. O halde kendisi ve başkasını görene nur denildiğine göre açığa çıkmayı ve bilinmeyi sağlayana da nur nitelemesi yapılabilir ki tüm bu özellikler Resûlullah’ta (s.a.s.) mevcut olduğundan dolayı, O’na ışık (sirâc) denmiştir.

Ahzâb Suresi’nin 45-46. ayetinde buyurulur;

“Ey peygamber! Seni tanık, müjdeci, uyarıcı, izniyle Allah’a çağırıcı ve etrafını aydınlatan bir ışık olarak gönderdik.”

Nur meselesinin maddî ve melekût âleminde, son noktadan başa ve kaynağa doğru sıralanışı vardır ki kaynağa doğru gidildikçe, nur kavramının hakikatine yaklaşılmaktadır. Şu kadar ki, bu sıralama sonsuza kadar devam etmez, öyle bir kaynağa varır ki, O kendisinden ve kendisi ile bir nurdur, O’nun nuru başka bir kaynaktan gelmez. Aksine bütün nurlar O’ndandır. Öyleyse hakikî manada nur O’dur ki başka şeylere verilen nur ismi mecazîdir.

Varlık nurdur, yokluk karanlıktır (zulmet). Zira yok olanın görünmesi mümkün değildir. Varlığı ezelî, ebedî, kendi sebebiyle, kendinden olan tek varlık Allahutaala’dır. Diğerlerinin varlığı O’na bağlıdır, O’ndandır. Varlık manasında hakikî nur da Allahutaala’dır.

Kâmil insanlar, varlık âleminde O’ndan başkasının olmadığını ve O’nun zatından başka her şeyin yok olduğunu müşahede etmektedir.

Bakara Suresi’nin 115. ayetinde buyurulur;

“Doğu da Allah’ındır batı da. Nereye dönerseniz Allah’ın zatı oradadır. Şüphesiz Allah (zât ve sıfatlarında) sınırsızdır, her şeyi bilmektedir.”

Bu gerçeklik çerçevesinde Hüccetü’l-İslâm İmam Gazzâli kelimetü’t-tevhîd’in “lâ ilâhe illallah” avamın, “lâ ilâhe illâ hû”nun ise havassın tevhîdi olduğunu vurgulamaktadır.

Metafizik ilmi çerçevesinde Hüccetü’l-İslâm İmam Gazzâli tarafından vurgulanan bu gerçeklik, üçüncü bölümde anlatılan hakikat meselesi bağlamında varlık ve bilgi çerçevesine kaynaklık etmektedir. Şu kadar ki varlık âleminde Allahutaala’dan başka bir şey olmadığına göre, varlık da bilgi sayesinde bilindiğine göre, bilgi “bütün varlıkları kuşatan Zât-ı Kibriyâ’yı tanımaktan ibarettir” ki, şu halde ilim de marifet (ma‘rifet-i ilâhiyye) bilgisidir.

Varlığı ezelî ve ebedî olan, kendi sebebiyle ve kendinden olan tek varlık Allahutaala olduğundan, diğerlerinin varlığı O’na bağlı bulunduğundan varlık meselesi Vâcib varlık ve mümkün varlık şeklinde iki kategoriye ayrılmaktadır. Buna göre Vâcib varlık, kendi varlığı başka bir varlığa bağlı olmayan, zorunlu olarak, yokluğu asla düşünülemeyecek olan varlıktır ki bu varlık Allahutaala’dır.

Kendine yokluk arız olabilmesi imkân dâhilinde olan başka bir deyişle varlık alanına çıkması veya çıkmaması imkân dâhilinde olan varlık mümkün varlık şeklinde isimlendirilir ki o halde mümkün varlık için bu iki durumu tercih eden bir başka varlığa ihtiyaç vardır. Başka bir deyişle mümkün varlığın bir diğer varlık tarafından tercih edilen olması gerekmektedir.

Mümkün varlık için iki durum arasında tercih yapan Vâcib varlıktır. Son olarak varlık alanına çıkması düşünülemeyen varlıklara imkânsız varlık (mümteni‘) denmektedir. O halde metafizik ilmi çerçevesinde önemli olan Vâcib varlığın Zât’ını tanımaktır. Allahutaala’nın Zât’ını tanımak, Hüccetü’l-İslâm’ın “İhyâ-ü Ulûmi’d-Dîn” ve “el-İktisâd fi’l-İ‘tikād” adlı eserlerinde vurguladığı üzere on temel inanç meselesine dayanmaktadır.

Vâkıa Suresi’nin 57-59. ayetinde buyurulur;

“Sizi biz yarattık; artık inansanıza! Akıttığınız meniyi düşündünüz mü? Onu siz mi yaratıyorsunuz yoksa biz miyiz yaratan?”

Aslında insanın yolunu aydınlatan ilk ışık Kur’an-ı Kerîm’dir. Öyle ki Allahutaala’nın beyanını aşabilecek bir başka beyan yoktur.

Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur: “Konstantiniyye elbet fetholunacaktır. Onu fetheden komutan ne güzel komutan ve onun ordusu, askeri ne güzel askerdir.” (Ahmed bin Hanbel, Müsned; c.4, s.335)

Bu vesile ile tarihimizin en ihtişamlı zaferleri arasında yer alan İstanbul'un fethinin 570. yıldönümü tebrik ediyorum. Peygamber Efendimizin (s.a.v) övgüsüne mazhar olan, bu eşsiz şehri, İstanbul’u, medeniyet mirasımızın arasına katan Fatih Sultan Mehmed Han'ı ve şanlı ordusunu rahmetle, hürmetle yâd ediyorum.