Bugün 27 Mayıs 2025. 27 Mayıs 1960’daki kanlı ihtilalin 65. yıldönümü. Askeri vesayet 2010 yılında sona erdiğine göre hesaplarsak; 50 yıl sürecek karanlığın, alacakaranlığın başladığı, demokrasimizin üzerine süngü gölgesinin düştüğü gün.

Büyük kırılmanın, derin ayrışmanın, rövanş alma duygularının tohumlarının atıldığı gün. Partilerimizin kurumsallaşmasını, demokrasimizin kökleşmesini engelleyen, kötüden öte berbat geleneğin ilk günü.

CUNTANIN BAŞLANGICI

27 Mayıs’ı anlatmaya, Demokrat Partinin hatalarını saymakla başlayanlar var. Oysa tarihin sorusu şu: Demokrat Parti’nin, sözü edilen hataları olmasaydı, ihtilal yapılmayacak mıydı? ‘Tahkikat komisyonu’, ‘vatan cephesi’ uygulamaları, illerin ilçelerin siyaseten cezalandırılmaları olmasaydı; cuntalaşan askerler, öyle sessiz sessiz toplanıp dağılacaklar mıydı? Demokrat Parti iktidarı ile basın arasındaki sürtüşmeler yaşanmasaydı; kendilerini iktidarın doğal sahibi kabul eden cuntacı askerler, bir yıl sonraki seçimi bekleyecekler miydi?

Cevap kısa ve net: hayır. İhtilale giden yolun taşlarının 1954’de döşenmeye başladığı artık biliniyor. CHP’liler, 1946 yılındaki, seçime benzemeyen seçimde, DP’nin ayak seslerini duymuşlardı. Uzun yılların tek parti alışkanlığıyla, değişmeyi, halkla buluşmayı konuşsalar da yeterince başaramadılar. 1950’deki serbest seçimlerde, iktidarı kaybedişlerini bile, ‘bir demokrasi kazası’ olarak kabul etme eğilimindeydiler. CHP’den başka bir partinin iktidara gelmesi mümkün olsa bile, uzun süre kalması düşünülemezdi.  

Halk 1950’deki hatasını, ilk seçimde düzeltecekti. Bütün göstergeler tersini söylese de öyle umuyorlardı. Demokrat Parti 1954’de oyların %56’sını alınca CHP’lilerin homurtuları açıktan duyulur hale geldi. Ordu içinde “bu böyle olmayacak” diyenler kümelenmeye başladılar.

Oysa o sırada Demokrat Parti sayılan hatalarının hiçbirini yapmamıştı. Buna rağmen ihtilalciler çoktan yola çıkmışlardı. Gerekçelerini toplaya toplaya yürüdüler. Gerekçe bulamadıkları geçitlerde de kendileri gerekçe uydurdular.

“YETER” SADASI

İhtilalcilerin anlattığı gerekçelerin hepsi göstermelikti. Açıkçası; ülkede cuntacılık, yerleşik bir zihniyetti ve kodları cumhuriyetin kuruluşuna kadar geriye götürebiliyordu. Ancak darbelere direnme geleneği de bir o kadar eskiye dayanıyordu. 

Bu anlamda, 14 Mayıs 1950’deki “yeter, söz milletindir” seslenişini, afişteki bir slogan olarak kabul edemeyiz. Üstelik ilk söylenişi 1950’de de değildi. Oradaki “Yeter”, 1930’da serbest Fırka döneminde, ünlü İzmir mitinginde de duyulan bir seslenişti. Yankılana yankılana bütün Anadolu’yu dolaşmış, yıllar içinde mayalanmış ve milletin sahip çıktığı bir sada olmuştu.

27 MAYIS’TAN BUGÜNE

CHP Genel Başkanı İsmet İnönü’nün 18 Nisan 1960’da “şartlar tamam olduğu zaman, milletler için ihtilal meşru bir haktır” demesinden 40 gün sonra ihtilal oldu. Milli Birlik Komitesi üyesi askerler ilk bildirilerinde, üç ay içinde seçim yapıp iktidardan ayrılacaklarını söyleseler de üniversite hocaları onlarla aynı fikirde değillerdi. Yayınladıkları bildiri, askerlerinkinden daha sertti. Onlara göre, Demokrat Parti iktidarı zaten gayri meşruydu. Partililer suçluydular ve yargılanmaları gerekiyordu. Onların dediği oldu. Askerler 1,5 yıl iktidarda kaldılar. Kurdukları mahkeme olmayan mahkeme bir zulüm makinasına dönüştü. Baskılar, aşağılamalar, maddi manevi akıl almaz işkenceler…

Sonda kurulan üç darağacının gölgesi uzun oldu. Askeri vesayet, uzun mücadeleler sonrasında, 2010 yılında kaldırılabildi.

Son sözüm, hep tekrar ettiğimiz klasik cümle olsun: Tarihi bilmezsek, bugünün asker-sivil ilişkilerini, iktidar paylaşımının anlamını kavrayamayız, değerini hiç bilemeyiz.