Bu hafta vizyona giren Casuslar Köprüsü filminin arkasındaki isimler şüphesiz ki göz kamaştırıcı. Tom Hanks-Steven Spielberg ikilisinin filmlerini ve başarısını biliyoruz. Ama bu ekibe Coen Kardeşler de eklenince beklentiler de daha artıyor.

Soğuk Savaş yıllarında yapılan bir esir değiş tokuşunu anlatıyor film. Bağımsız bir sigorta avukatı James Donovan’ın (Tom Hanks) Amerikan anayasası çerçevesinde Rus casusluğu yapan Rudolf Aben’i (Mark Rylance) savunmasıyla başlıyor her şey. Tom Hanks’ın yine muhteşem bir performans sergilediği film bolca aforizma, Amerikan propagandası, komünizm eleştirisi ve kapitalizm güzellemesiyle sürüp gidiyor.

Filmde sinematografik olarak bu da olmamış denilecek neredeyse hiçbir şey yok. Senaryosunun ayakları yere basıyor, oyunculuklar, prodüksiyon, yönetmenlik hepsi yerli yerinde. Tabi Spielberg’in Amerikan güzellemesini de unutmamak lazım.

Aslında senaryoda Coen Kardeşler olunca ben daha eleştirel bir film olur mu diye düşünmedim değil. Ama filmin ilk yarısındaki kıyıdan köşeden dokundurma dışında bu kadar büyük bir ulustan birkaç çürük elma çıkar, ondan da bir şey olmaz düşüncesi dışında bir eleştiri göremedik. Böylesi bir eleştirinin beklentisi içine girmediğimizi de eklemek gerek. Zira bildiğimiz bir yönetmen. Fakat izlemediğimiz her filmde bir sürprize gebe sonucunda.

Benim sinematografik başarısı böylesi yüksek filmlerde izlenmesi gereken yolla ilgili fikrim hep şu şekilde olmuştur: Amerika/n kelimesini çıkarın. Geriye kalan oldukça ulvi değerlere hitap eden, aileyle oturup izleyebileceğiniz, macerası, gerilimi dozajında bir sinema şöleni olacaktır. Tam anlamıyla seyirlik kelimesinin karşılığını bulduğu filmler. Zaten Spielberg sinematografisi de bu filmlerle dolu.

Sözün kısası “Casuslar Köprüsü” bu haftanın en iyi yapımlarından biri olarak karşımızda. Hollywood’a biraz daha para kazandırmak, Amerikan güzellemesine mağdur kalmak istemeyenler hariç seyirlik bir film.

Macbeth

Shakespeare defalarca uyarlanan eserlerin sahibi olarak bugün yaşasa ne düşünürdü diye merak ediyorum. Her bir eseri hem tiyatroda hem sinemada defalarca uyarlandı. Bugünlerde uzun zamandır beklenen ve şimdi de gündemimizi meşgul eden yeni bir Macbeth uyarlaması var. Şöyle zamanı geri sarsak “Shakespeare abi ne düşünüyorsun ha bire uyarlıyorlar senin işleri” diye bir sorabilsem.

Bir uyarlamayla izleyici karşısına çıkmak kolay görülse de mesele bunun tam tersidir. Daha önce sahneye konmuş bir eseri tekrar sahneye/perdeye taşımak büyük riskler taşır. Daha iyisini yapmak bir iddia olarak yer bulmasa da yeni bir soluk getirmek, aynı şeyi başka bir tonda söylemek gerekir. Özgün eserlerde bile zor başarılan bu durum uyarlama bir eserde kuşkusuz daha zor başarılan bir şey.

Macbeth uyarlaması da bu anlamda en zor uyarlanacak olan eserlerden biridir. Shakespeare gibi yazarın kaleminden çıkmış böylesi bir eseri perdeye yansıtacağınızda daha önce Roman Polanski ve Akira Kurosawa gibi büyük isimlerin uyarlamalarının gölgesinde kalmadan bu işi yapmak gerekir. İyiden daha iyi bir dramaturji süreci ancak böylesi bir eserin altından kalkabilir.

Shakespeare’in eserlerindeki en önemli vurgu insanoğlunu hırsları ve amaçlarına ulaşmak için oynadığı entrikalardır. İnsanoğlunun duyguları yüzyıllar sonra da değişmedi. Amaçlarına ulaşmak için yaptıkları entrikalar da. Binaenaleyh Macbeth teknik değişiklikler dışında aynı duygularla aramızda bugün.

Uzun bir girizgâhtan sonra filmle ilgili de birkaç sözüm var elbette. Ama Shakespeare metninde geçen Macbeth hikâyesini kısaca bir anlatmak gerekirse: Hikâye 1000’li yıllarda İskoçya’da geçmektedir. Macbeth bir barondur. Ve kralın akrabasıdır. Üç cadının kehanetinden sonra Lady Macbeth’in de gazına gelerek kralı öldürür ve kral olur. Ama Shakespeare’in de dediği gibi kral olmak değil kral olup güvende kalmak zordur. Entrika, hırs, ölüm kol gezer hikâyede.

Justin Kurzel’in Macbeth uyarlaması da işte bu hikâyenin çatısı üzerine kurulmuş ve asıl metne oldukça sadık bir uyarlama. Çok teatral bir oyunculuk ve sahnelerle zaman zaman izleyicisini uyutacak, zaman zaman da görselleriyle hayranlık uyandıracak bir eser olarak önümüze çıkıyor. Michael Fassbender, Marion Cotillard, David Thewlis’in başrollerini paylaştığı Macbeth, uyarlamanın hakkını veriyor. Şu ana kadar sinemaya defalarca uyarlanan Macbethler içinde Kurzel’in Machbet’i kendine ön sıralarda yer bulabilir. Ama özel anlamda ilgi duyanlar dışında izleyiciye hitap ettiğini söylemek zor.

Filmin uzayan ve sıkan sahneleri var şüphesiz. Ama bir uyarlama yaparken göze alınan riskler bunlar. Fakat orijinal esere bu denli sadık kalırken Shakespeare’in meselenin üzerinde özellikle durduğu kısım oldukça başarısız: İnsan ve hırsları. Benim filmden beklentim uyarlama ve teknik şartları her ne olursa olsun bu entrikaların arasında insani duyguların ön plana çıkmasıydı. Orijinal metne sadık kalmadan yapılan uyarlamalarda örneğin Kurosawa’nın “Throne of Blood (1957)” filminde bu duyguları çok rahat sezebiliyorsunuz, etkisi altında bir düşünsel sürece hatta katarsise götürebiliyor bizi. Fakat bu Macbeth uyarlaması sizi böylesi bir sürece sürüklemiyor. Bu denli görsel ve müzik, böylesi ağır bir metinde duyguların arka plana itilmesine sebep oluyor.

Oysa Shakespeare’in yapmak istediği -öyle düşündüğümüz- Macbeth’in duygularıyla sizi aynı süreçte yoğurmaktır. Ki bir arınma, katarsis sürecine girebilesiniz.

Bir ayağı aksayan fakat çok kez tekrar eden uyarlamalar göz önüne alındığında en iyilerden biri olarak Macbeth de sinemalarda yerini aldı.

M.E.B.