Günlerdir o dört kurşunun dedikodusunu yapıyoruz. O dört kurşunun sadece Vatan’ı vurduğunu sanıyorsak, dedikodu yapma hakkı verebiliriz kendimize. Oysa o dört kurşun hepimizin tenine olmasa da yüreğine dokunacak yakınlıkta vınladı. Iskalamadı bizi, göğsümüzden vurdu. Sadece farkında değiliz.

İnsan için en büyük hastalık ‘anlamsızlık’tır. Değerli dostum Kemal Sayar’ın, profesyonel gündemi olmaktan çıkarıp, şairane şefkatle yüreklerimize inceden öğrettiği ve nezaketle nakşettiği gerçek bu. Dayanılır şey değildir anlamsızlık. Boşluğu kaldıramaz insan; razı olamaz bir an’ına bile. Hasta olabilir insan ama anlamı varsa, dayanır. Bakınız: Eyyub[as]. Kuyuya atılabilir, mahpus edilebilir insan; anlamı varsa sabreder. Bakınız: Yûsuf [as]. Yenilebilir insan, “ben mağlup oldum” diyecek tükenmişliğe gelebilir; anlamı varsa üstesinden gelir. Bakınız: En yakınlarını tufanın altında kaybeden Nûh[as]. Her şeyini yitirebilir, itibarını, aidiyetini kaybedebilir insan ama anlamı varsa bekler. Bakınız: “Katından indireceğin her hayrın muhtacıyım” diye yana yana dua olan Mûsâ[as]. En nihayeti ölebilir insan, katledileceğini bile bile tankın üzerine yürür, ateşe atılır; anlamı varsa razı olur, memnuniyetle kabullenir. Bakınız: Şehitler… Bu vesileyle bir kez daha hatırlatmak isterim ki, Peygamberimizin[asm] Hira yolculuğu bir anlam arayışıydı, boşluğa razı olmalara isyandı. Sonunda aradığını “Oku!” emrinde buldu. “Oku!” demek, “Anlam ara!” demekti. İnsana “anlam ara!” demek, “Sen anlamlısın” demekti. İnsana “Anlam ara!” demek, “Senin içinde bulunduğun varoluş anlamlıdır” demekti. Kanaatimce âlemlere rahmet Elçi’nin tababeti “İkra!” ile başlar. Göklü Söz’ün tesellisi ile gerçekleşti ‘tıbb-ı nebevî”. Nebevi şifayı sirkeye hacamata çörekotuna misvaka vs. hapsedemeyiz…

Bu satırları yazdığım sıralarda, az ötemde, Vatan da, ölümü de anlamlı kılan şehitlerimizin yanında toprağa emanet edildi. Onur Ensar Ayanoğlu, Mustafa Cambaz, Ayşe Aykaç, Burak Cantürk, Mehmet Yılmaz… Hepsi, başlarında tevhid bayrağı ile oradaydı. Dedikodusunu yaptığımız o dört kurşun artık Çengelköy Mezarlığı’nın toprağına emanet. (Bu vesileyle vasiyetim olsun, yer kalırsa, benden kalanı da oraya gömün!)

Beşinci kurşuna gelince, o henüz toprağa verilmedi. Şu sıralar soğuk bir morgda her aklı başında insanın yüreğine batacak bir çelişki olarak bekliyor. Çelişki herkesi vurur. O kurşunu bir çelişkinin sıcak çekirdeği olarak yüreğimize saplanır. Bir insan bunu nasıl yapabilir! Nasıl ölüme bile bile razı olabilir! Çözmeliyiz bu çelişkiyi. Yoksa daha nice beşinci kurşunlar çıkar meçhul namlulardan.

Anlam arayışına dönelim.

Var olmanın insan üzerinde taşınmaz bir yük haline geldiği kertede, yok olmayı seçebilir insan aklı. Kısa devre yapabilir. Anlamsızca var olmak, anlamlı bir yok oluştan daha korkunç gelebilir insana. Şu andaki nefesini bir sonrakine bitiştirmekten utandığı bir hal arız olursa insana, ruhunun boğulmasına dayanamaz da gövdesini boğabilir.

Boşlukta kalan insan için duvarlar zalim olur, günışığı zorbalaşır, nefesler zehre döner. Varlığını sığdıracağı, başını sokacağı bir yer bulamayınca insan, ümidini yitirince hepten, yüksek tavanlar sıkıştırır nefeslerini, genişleyen şehirler daraltır yüreğini, uzayan günler ezer ruhunu. Sürekli yenilir, yenilir, yenilir. Emsalsiz bir adaletsizliğin mağduru görür kendini. Korkunç bir eşitsizliğin kurbanı seçer kendini. Sonunda, en sonunda, çaresizlikle, bir eşitlik arar kendine. “Ya benimsin ya toprağın” denkleminin kanlı rahlesine diz çöker Ölümün kollarında eşitlenmeyi biricik kurtuluş diye hesap eder. Derken, beşinci kurşunun şakağına vuran sıcaklığında bulur eşitliği. “Ben oynamıyorum” diyen bir emanet bırakır bize.

“Ben oynamıyorum” diyen bir ceset var morgda. Hayli magazin konusu, hayli medyatik. Ama bir o kadar dile düşmeyen, medyaya manşet olmayan, sessiz, dilsiz “ben oynamıyorum”cular var aramızda. Şimdilik sadece beşinci kurşundan uzakta oyalanmaktalar.

Demem o ki, şu dört kurşunun dedikodusunu yaptığımız yeter. Beşincisi nasıl susturduysa tetiği çekeni, biz de susalım.

Çünkü…

Çünkü…

Çünkü…

Kimse sınanmadığı günahın masumu değildir. O anlamsızlık cinnetiyle sınanıncaya kadar, beş kurşunlu iki cinayetin olağan şüphelisidir herkes. Ve dedikodu kendini masum sananların işidir…