Kolunuza taktığınız saat artık sadece zamanı göstermiyor. Nabzınızı ölçüyor, uyku düzeninizi analiz ediyor, stres seviyenizi yorumluyor, gün içinde kaç adım attığınızı hesaplıyor. Derken bir bakmışız, kan şekeri ölçümü de bileğe taşınmış. Artık giyilebilir teknoloji, “fitness” takibiyle sınırlı değil. Gerçek anlamda medikal bir devrimle karşı karşıyayız.
Bugün bileğimizde taşıdığımız bu minik cihazlar, sadece birer aksesuar değil; adeta birer laboratuvar. Kalp atışlarınızı yorumlayan, EKG çeken, kandaki oksijen doygunluğunu analiz eden algoritmalar, kişisel sağlık takibinde yeni bir çağ başlattı. Özellikle kronik hastalıklarla yaşayan bireyler için bu gelişmeler, sadece konfor değil, kimi zaman hayat kurtarıcı bir rol üstleniyor.
Örneğin; bazı akıllı saatler kalp krizi riskini erken aşamada tahmin edebilecek düzeye geldi. Baş dönmesi, ani nabız değişimleri ya da düzensiz kalp atışları gibi belirtileri algılayıp kullanıcıyı uyarabiliyor. Diğer yandan Parkinson hastalığı gibi nörolojik rahatsızlıkların semptomlarını ölçebilen titreşim analizleri sayesinde, tedavi süreçleri daha etkin izlenebiliyor. Yani giyilebilir teknoloji, artık sadece bir egzersiz arkadaşı değil; aynı zamanda kişisel bir sağlık asistanı.
Ancak bu parlak tablonun gölgesinde ciddi bir soru beliriyor: Tüm bu veriler kimin elinde?
Cihaz bileğimizi tanıyor, nabzımızı ezberliyor, alışkanlıklarımızı kaydediyor, hatta zaman içinde ruh halimizi bile çözümleyebiliyor. Peki ya bu bilgiler? Kimlerle paylaşılıyor? Nasıl saklanıyor?
İşte işin kırılma noktası burada başlıyor. Çünkü teknolojinin sunduğu olanaklar kadar, topladığı verilerin mahremiyeti de gündemin merkezinde. Sağlık verileri, en kişisel bilgilerimiz arasında yer alıyor. Ve bunların büyük teknoloji şirketlerinin sunucularında toplanması, kullanıcıların güvenini sorgulatıyor. Her ne kadar veri güvenliği protokolleri uygulansa da, dijital dünyada “tam güvenlik” diye bir şeyin olmadığı çok açık.
Dahası, bu bilgiler reklam amaçlı mı kullanılacak? Bir sigorta şirketi, sizin sağlık verilerinize erişip primleri ona göre mi belirleyecek? Ya da yapay zekâ destekli algoritmalar, sizin gelecekte hangi hastalıklara yakalanabileceğinizi tahmin edip önünüzde “filtrelenmiş” bir dünya mı sunacak?
Tüm bu sorular, giyilebilir teknolojilerin sadece teknik değil, etik boyutunu da gündeme getiriyor. Kullanıcı deneyimi kadar, kullanıcı hakları da konuşulmalı. Çünkü bileğinizde taşıdığınız şey artık sadece bir saat değil. Orada siz varsınız. Nabzınız, ritminiz, bedeniniz, alışkanlıklarınız, uykusuz geceleriniz, yoğun günleriniz, kaygılarınız, yorgunluklarınız… Her şey bir ekranın arkasında saklanıyor.
Kısacası, giyilebilir teknoloji sağlıkta bir devrim olabilir ama bu devrimin kimler tarafından yönetileceği, işin esas meselesi. Teknoloji ilerliyor, evet. Ama etik değerlerle birlikte mi ilerliyor, yoksa geride mi bırakıyor? Bu sorunun cevabını bugün vermezsek, yarın o veriler bizim yerimize cevap verebilir.
Unutmayalım: Bileğimizde taşıdığımız şey, sadece bir dijital aygıt değil.
Aynı zamanda bize dair, belki de bizden bile daha çok şey bilen dijital bir “benlik”. Ve onu kimin izlediği, artık sadece bir güvenlik meselesi değil — bir kimlik meselesi.