İnsan her şeyi öğrenmek zorunda mıdır? İnsan ömrü her şeyi öğrenmeye yeter mi? İnsan sadece ihtiyaç duyduğunu öğrenir. Öğrenme çabası içerisine girer.

O halde öğrenme bir çıraklık dönemi değil midir? Usta yapar, çırak seyreder. Usta verir, çırak alır. Çırak ustanın elinde şekilden şekle, kaptan kaba girer. Birçok aşamadan geçer. Ustada sabır, çırakta gayret vardır.

Bu günün çıkmazı ise var olanları, tanıdığımızdan ibaret sanmamız. Böylece cehaletimiz, kalbi darlığımız, tahammülsüzlüğümüz, sabırsızlığımız, aceleciliğimiz bundan ileri geliyor. Tanıdığımız dediğimiz insanların bilinmeyen dünyalarına kapı aralamak o kadar da kolay değil.

Şu anda mekteplerimizde talebelerimiz ızdırap çekerek bir süreci tamamlamaya gayret ediyorlar. Öğrendiklerinden ve yaptıklarından zevk al/a/mıyorlar. Bu zevksiz ortamda bilim aşkına, bilim zevkine uzak bir atmosferde sadece diploma almak, sınavı geçmek için çaba ve gayretin içinde olunca, sığ bir eğitim öğretim hayatı sonunda bir diploma ile mezun oluyorlar.

Tüm öğrenim hayatımız boyunca tıpkı bir sinema seyreder gibi dersleri seyrediyoruz. Uzaktan uzağa edilgen bir vaziyette. Hâlbuki sinema göze hitap ettiğinden gözler hareketlidir. Gerçek bir derste ise tüm duyuların aktif olması gerekir. Derslerimiz aklın ve idrakin sonsuzluğunda olmadıkça, tek duyu organına hitabetle yapılan ders ders değildir.

Ders işleme metot ve tekniklerindeki zenginlik, iyi bir üslup, sabır ve iyi bir giyim kuşamla yapılan iyi bir eğitim, kaliteli bir eğitime, sığ bir metotla, üslupsuz ve aceleci, insan vakarına yakışmayan bir giyim tarzı ile yapılacak olan eğitim ve öğretim ise kötü bir öğrenmeye gebe kalacaktır. Mevlana’nın dediği gibi; “sesinizi yükseltmeyin, sözünüzü yükseltin. Unutmayın ki! Çiçekleri yağmur büyütür, gök gürültüsü değil.”

“Sinan’ın üstadı, milyonlarca secdeyi öğreten ilahî kubbe, Yunus’un üstadı yaratılan her canlı ve cansızda sevgi, Mevlana’nın üstadı ise ummana gark olan zerre gibi Aşk ve Hz. Muhammed (sas)’dir.” Gönüle hitap edenler mutlaka gönüllerde yer bulacaklardır.

O halde mektep neresi? Kalın duvarlara çevrili, demir kapıların ardında, tüm sınıfların koridorlara açıldığı. Zili ile başlayıp zil ile biten, kara bir tahtanın karşısında, yüz seksen gün hep aynı ortam ve hep aynı manzara, sizinle ilk teması ile yüz sekseninci gün ki teması aynı olan bir insanın olduğu yer midir mektep? Eğer cevabınız evetse, bir kısır döngünün içersinde bakışların donukluğunda zamanı bir hiç uğruna eritiyorsunuz demektir.

Böyle bir yapının içersinde birisi de var ki, daha ilk temasında, ilk konuşmasında, tavır ve davranışlarında, giyim kuşamında, sesindeki naifliğinde ve nezaketinde sizi alıp başka başka diyarlara yelken açtırıyor. Keşfedilecek yeni ufuklara ulaşmanın heyecanı veriyor. Size bir aşı yapıyor ve bu aşının tutması için gece gündüz çalışıyor. Sabrediyor, gönlünüze girecek kapıları aralıyor. İşte böyle bir muallim bir gönül hocası vasfını alırken, diğerleri sadece öğretmen hükminde kalıyor.

Mekteplerimizin temellerini gönüllere giren, gönüllere hitap eden muallimler atmadığı müddetçe bizler sığ sularda büyük balık yakalamanın hayalini daha çok kurarız. Başkalarının hayallerinde kendi hayalimizi arar dururuz.

Edindiğimiz her bilgi bir güçtür. Alınan her bilgi bir hareketi tetikler, harekete geçirir. Eğer aldığımız bilgileri bizi harekete geçir/e/miyorsa, kötülüklerden alıkoymuyorsa, olumsuzluğa karşı bir dik duruş sergilememize mani olmuyorsa, tehlikeli bir makineye elimizi kaptırmışız demektir.

İşte bu yüzden ilim öğrenme çabamız sürekli bir çıraklık ister. Her yeni duruma ve oluşuma ayak uydurabilmemiz, adapte olabilmemiz biraz da çıraklığımızın kalitesine bağlıdır. “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?”