Akıllı telefonlar elimizden düşmüyor. Bildirimler peş peşe geliyor, ekranlar parlıyor, uygulamalar çağırıyor... Her an ulaşılabiliriz. Her yerdeyiz. Ama bir yerde eksik kaldık: Kendimizde.

Evde Wi-Fi sinyali tam çekiyor ama insan ilişkileri sinyal vermeye başladı. Aynı sofrada oturuyoruz ama göz göze gelemiyoruz. Aynı koltukta yan yana otururken bile farklı dünyalara dalıyoruz. Parmak uçlarımızda binlerce bağlantı var ama kalbimizde derin bir kopukluk hissi dolaşıyor.

Bir zamanlar bir kahve içmek için buluşurduk. Şimdi bir kahve fotoğrafıyla dostluklarımızı yaşadığımızı sanıyoruz. Birinin kötü bir haberini alınca telefon açmak yerine “Geçmiş olsun” yazıp emoji ekliyoruz. Samimiyet, hızla yerini sembollere bırakıyor.

Ama suçu sadece teknolojiye atmak kolay. Asıl sorun, bizde. Tercihlerimizde. Ekran süremiz artarken kendimize ayırdığımız vakit azalıyor. Telefonlarımızın pilini her gün şarj ediyoruz ama ruhumuzun enerjisini ne zaman yeniledik? Sosyal medyada ne kadar “aktif” olsak da iç dünyamız ne kadar canlı?

Teknoloji elbette kötü değil. O bir araç. Ama biz onu amaç haline getirdik. Sabah uyanır uyanmaz ilk baktığımız şey ekransa, iç sesimizi duymayı nasıl öğreneceğiz? Akşam yemeğinde gözler ekrana kilitliyse, sevdiklerimizin gözlerine nasıl bakacağız?

Kendimizle bağlantı kurmadan, kimseyle gerçek bağ kuramayız. Çünkü hayat sadece çevrim içi yaşanmaz. Kalbin bağlantısı internetten daha hızlıdır, daha derindir, daha gerçektir. Yeter ki o bağlantıyı yeniden kurmayı hatırlayalım.

Bazen telefonu sessize almak değil, kendini duymaya açmak gerekir. Çünkü ekranlar kapanabilir ama içimizdeki uzaklık, fark edilmeden büyür. Kendimize uzaklaştıkça, herkese yabancılaşırız.

Teknolojiyle yakın olabiliriz. Ama gerçek yakınlık, kendimize döndüğümüzde başlar.