Okula gitmek üzere otobüse binmiş en arkadaki karşılıklı ikişer koltuktan oluşan dörtlü koltuktan birine oturmuştum. Her sabah yaşadığım “Dışarıyı mı izlesem kitap mı okusam?” ikilemini bu sabah kitap kazanmıştı. Bir haftadır elimde Hasan Aycın’ın, Fatih Mutlu vesilesiyle duyduğum, Sâhipkırân kitabıyla dolanıyordum, üstelik okulun kütüphanesinden ödünç almıştım. Okulumu sevdiğim için kitabı çalmaya, odamdaki kitaplığa koyma niyetim de yoktu üstelik. Vaktim kısıtlıydı ve artık okumaya başlamalıydım. Çıkardım çantamdan kitabı, okumaya başladım. Son duraktan binmiştim, henüz sağım-solum boştu. Kitap da pek tatlıydı daha mukaddimesinden itibaren vurulmuş, Hasan Aycın’a mektup yazmayı düşünür hâle gelmiştim. Daktilo mu el yazısı mı olsun mektup diye zihnimde tartıp biçiyordum yapmayı düşündüğüm eylemimi. Bir yandan da kitabımı okumaya devam ediyordum, kırk dakika yolum vardı önümde.

Otobüs yavaş yavaş dolmaya başlamıştı. Sağ tarafıma uzun saçlı, kıvırcık saçlarını atkuyruğu yapmış bir genç oturdu büyük siyah çantasıyla. Çantasından suyunu çıkardı bir iki yudum aldı, yerine koyup bir kitap çıkardı. Sevinmiştim birisi daha benimle kitap okuyacaktı çaktırmadan göz ucuyla kitabın ismine baktım. “Meşhurlardan Espriler” diye bir kitap okuyordu, görebildiğim kadarıyla. Sevincim biraz hüzne dönüşür gibi oldu fakat kendimi tuttum. Kendimi tutamadığım bir nokta vardı. İçimdeki Ayşe Beyza büyüyor, büyüyor, devleşiyordu. “Ben Hasan Aycın okuyorum o ise eften püften bir kitap!” diye düşünüyordum. Küçümsedim desem değil, üzüldüm desem değil bir tuhaf hissiyatla kavruluyor ve kitabımı okumaya devam ediyordum. Olsundu sonuçta kitap okuyordu deyip meseleyi tamama erdirmiştim kendi zihnimde en nihayetinde.

Daha sonra üçüncü ve dördüncü gençler de karşımızdaki boş olan iki koltuğa oturdu. Böylece artık iki kız, iki oğlan yolculuk yapmaya başlamış olduk. Halimden memnundum, kitap fevkaladeydi. Üçüncü genç, birinci ve ikinci gençler olarak bizlerin elinde kitap görünce muhtemelen müzik dinlediği kulaklığından vazgeçip çıkardı İlber Ortaylı’nın Türkiye’nin Yakın Tarihi isimli kitabını ve okumaya başladı. Sevinçten daha bir aşkla okumaya başlamıştım elimdeki kitabı. Bana ne oluyorduysa, niye bu kadar seviniyordum kitap okumamıza? Şu oluyordu, ne zaman metroya, otobüse binsem insanlar bırakın kitap okumayı, etrafı izlemeyi kendi aralarında bile muhabbet etmiyor her biri birer dokunmatik ekrana pıt pıt dokunarak oyun oynuyor, tweet atıyor, fotoğraflara filan bakıyordu. Ses olmuyordu resmen toplu taşımalarda. Tamamen gri, robot, sıkıcı, heyecansız, aşksız insanlara dönüşmek üzereyiz neyse ki şöför bağırıyor ara sıra: “Arka tarafa doğru ilerleyelim, arka kısımda boşluklar var!” da hareketleniyoruz, homurdanıyoruz, telefonları bir iki dakikalığına kendi hâllerine bırakıyoruz. Neyse, bu başka bir bahis.

Bir yandan okuyor bir yandan da şöyle düşünüyordum: “Halk otobüsünde dörtlü koltuklarda birbirini tanımayan dört genciz. Üçümüzün elinde birer kitap, dokunmatik ekranlara inat okuyoruz.” Bundan daha güzel ne olabilirdi? Bu arada ikinci genç kitabını kapattı büyük siyah sırt çantasını açtı ve yerleştirdi. Okumaktan vazgeçmiş olmalıydı. Yanılıyordum, sürekli yanılıyordum ve yaşadığımı hissediyordum. İkinci genç çantasından açık kahverengi ciltle kapalı bir Kur’an-ı Kerim çıkarmıştı. Başta Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları’ndan çıkan Mevlid-i Şerif Vesilet’ün Necat zannettim Kur’an’ı, kapakları çok benziyordu. Geçen yıllarda pirimiz Süleyman Çelebi hazretlerinin muhteşem eseri Mevlid’i kuşe kâğıda basmış, deri ciltle kaplamıştı Diyanet. Bir ara meftunu olmuş, sürekli onunla dolaşıyor, Osmanlıca kısmından okumaya çalışıp mest oluyordum. Maşuk’un Nefesi filmini* art arda üç gün üç kere izleyince Mevlid’i dilimizden düşürmez olmuştuk bir güzel arkadaşımla. Neyse bu da başka bir bahis.

Meğer Kur’an imiş okuduğu ikinci gencin. Hicap basmıştı dört bir yanımı, çok utanmıştım ilk okuduğu kitaptan ötürü tuhaf düşüncelere kapıldığım için. Ben utanmakla meşgulken ikinci genç mırıl mırıl okumaya devam ediyordu Kur’an’ı. Sâhipkırân’da sürekli “Bil ve agâh ol oğul!” deyip duruyordu, ben olan biteni anlamamakta ısrar ediyordum adeta. Hep ben yanılıyordum ve yaşadığımı hissediyordum, evet.

“Dördüncü genç ne yapıyordu?” derseniz o yolun başında telefonuyla oynuyordu. Daha sonra sanırım mahalle baskısına dayanamayıp çantasından çıkardığı defterini okuma başladı. Hayat çok güzeldi. İneceğim durağa gelmiştik, kitabımı kapattım. Gençlere içimden çabucak veda ettim ve beklenmedik bir şey oldu, üçüncü gençle aynı durakta indik. Çok kalabalıktı indiğimiz durak, hızlı hızlı yürüdü ve ortalıktan kayboldu. Kitabımı kapattım; ama elimden kitabı bırakamadım. Okuya okuya yürüyor, yürüye yürüye okuyordum. Ne okuduğumdan ne yürüdüğümden bir şey anlamıştım. Aklım bir karış havadaydı, sırt çantam açık kalmış eşyalarım dökülecekken fark ettim.

Bir şekilde okula girdim, amfiye geldim. Ders dinlemek zorunda kalayım diye en öne oturdum. Aklım kitaplarda kalmıştı ama. Kitabıma devam edeyim dedim ders başlayana dek. Bir ara belli belirsiz kafamı karşıya doğru kaldırdım. Bir çocuk telefonunu şarja takıyordu. Tanıyordum bu çocuğu. Kimdi bu ya? A-ha! Üçüncü gençti bu, İlber Hocayı okuyan. Üçüncü gençle aynı fakülteden, aynı sınıftan çıkmıştık. Dünya yine dehşet küçük, ben yine küçüğün de küçüğüydüm. Arka fonda Hasan Aycın “Bil ve agâh ol oğul!” demeye devam ediyordu.