"Ey yeşil sarıklı ulu hocalar bunu bana öğretmediniz
Bu kesik dansa karşı bana bir şey öğretmediniz
Kadının üstün olduğu ama mutlu olmadığı
Günlere geldim bunu bana öğretmediniz
Hükümdarın hükümdarlığı için halka yalvardığı
Ama yine de eşsiz zulümler işlediği vakitlere erdim
Bunu bana söylemediniz
İnsanlar havada uçtu ama yerde öldüler
Bunu bana öğretmediniz
Kardeşim İbrahim bana mermer putları
Nasıl devireceğimi öğretmişti
Ben de gün geçmez ki birini patlatmayayım
Ama siz kağıttakileri ve kelimelerdekini ve sözlerdekini
nasıl sileceğimi öğretmediniz..."

diyordu Üstad Karakoç.

Hayatımızın merkezine fiziki eksiklerimizi, bedenî açlığımızı, nefsani ihtiyaçlarımızı koymuşuz.

Milatların, tatillerin, yılbaşıların hepsi, ruhumuzu teskin edemeyeceğimiz teslimiyetiyle maddi ihtiyaçlarımızı, bedenî hazlarımızı, fiziki açlığımızı tatmin edebilmenin bahaneleriyle dolup taşıyor.

Mesaileri eğlenceye çevirmenin yollarını arıyoruz; eğlenerek çalışıyor, çalışarak eğleniyoruz…

Yapıp ettiklerimizin tamamı hayattan zevk almanın çeşitliliği üzerine kurulu...

Farkında değiliz, ruhumuz üşüyor, içimizdeki buzullarda soğuk fırtınalar esiyor…

Hangi çağa denk geldik, kimin bedduasını aldık, hangi günahın kefaretini ödüyoruz?

İnternetten, sosyal medyalardan çıkıp gelen belaları, kara yazgıları nasıl sileceğimizi bilemiyoruz.

Oradan üzerimize saldıran, ruhumuzu işgal eden, bedenlerimizi esir alan kesik danslara karşı savunma kalkanı geliştiremiyoruz.

Sebepler, sebepler, sebepler; hepsi pişmanlık, hepsi gözyaşı, hepsi yapamadıklarımızın toplamı…

Üzerimizde dolaşan sis bulutlarını dağıtabilecek çareler, sebepler yumağında mı gizliydi?

Kâğıttaki, sözlerdeki, kelimelerdeki, ekranlardaki alın yazılarımızı silecek çareler…

Ordusuyla Cebelitarık Boğazı'nı geçen Tarık bin Ziyad İspanya'ya çıktığında gemileri yakarak askerlerine şöyle seslendi;

“Arkanızda düşman gibi deniz, önünüzde deniz gibi düşman. Nereye kaçacaksınız? Vallahi size ancak sadakatle sabır kalmıştır. Düşmanın silahı, teçhizatı, erzakı boldur. Sizin silahınız kılıçlarınız, erzağınız düşmanın elinde…”

Biz nereye kaçacağız, gidebilsek biz nereye gideceğiz?

Dilimin ucunda Baudelaire’in, “Nerede değilsem, orada mutlu olacakmışım gibi geliyor…” sözü…

Dünyamızı sarıp sarmalamış, ruhumuzu kavurmuş bizi çürüten mefkûresizliğimiz nereyi layık görebilir bize?

Hangi sihirli sözden, hangi efsunlu kelimeden, hangi mucizevi oluştan savunma kalkanı yapabiliriz biz?

“Ne mutlu açlara, doyacaklar…” diyen İsa’yı ihtimal hesabı yapmakla suçlayan Baudelaire, “aç gözlerini doyuramıyorlar” mı demek istemişti?

Ey yeşil sarıklı ulu hocalar;

Ülkümüz, idealimiz, mefkûremiz elimizden kayıp, avuçlarınızın arasından akıp giderken, dijital dansın ortasında ruhlarımızı nasıl doyuracağımızı bize öğretmediniz.

Düşündükçe uzaklaşan, uzaklaştıkça cazibesi artan ülkülerimizi, ufuklar ötesi Kızıl Elmamızı bize göstermediniz.

Ruhumuzu teskin edecek, açlığımızı sonlandıracak mefkûrelerimizden bahis açmadınız.

Üstad Necip Fazıl’ın, “Merhamet, su, toprak, hava, ateş her şeyin temeli... Onu getirin, kuracağı iklimde iyinin ölü bitkileri dirilsin, kötünün diri bitkileri ölsün...” cümlelerini kalplerimize nakşedebileceğimiz ruhi doygunluk seviyesi işaretleyemediniz.

Bizi çürüten mefkûresizliğimizin çaresi yine O’nun şiirindeki;

Ağlayın, su yükselsin! Belki kurtulur gemi…” mısralarında mı gizliydi?

Diyebilseydiniz...