Winston Churchill, 1940’ta başbakan olduğunda Avam Kamarası’nda şu sözleri söyler: “Size kan, zahmet, gözyaşı ve terden başka hiçbir şey vadetmiyorum.” Ben de bu yazıda size edebiyat dergilerinde çokça gördüğünüz koyu Borges övücülüğü ve onu hayranlıkla anlatan süslü cümleler vadetmiyorum. Yazıda Borges’in kimsenin size göstermeye cesaret edemediği diğer yüzünü göreceksiniz. Fakat körlüğüne karşın azminin hakkını vereceğim. Bunun dışında size öyle bir Borges tablosu çizeceğim ki şunu diyeceksiniz: “Bundan bizde de mebzul miktarda var.” O hâlde başlayalım…

Jorge Louis Borges: Arjantin’in en tanınmış yazarlarından… Azılı bir Peron düşmanı, darbe şakşakçısı ve Batı kültürü; özelinde ABD hayranı… İsrail ve Yahudilik hakkındaki düşünceleri ise tam bir fecaat…

Bizdeki aydınlarla aynı yöne savrulmuş

Borges hakkında diyeceklerimin geneli Türkçeye “Borges Sekseninde: Sohbetler” ismiyle çevrilen kitaptan olacak. Kitabın satırlarını bizzat Borges’in ağzından laf alıp sizlere aktarabilmek için didik didik ettim. Yazarın hayata, siyasete, dünyaya ve en önemlisi kendi insanına bakışını anlamaya gayret ettim. Ve gördüm ki durum vahim. Borges’in aydın kimliği epey sorunlu. Onun savrulduğu nokta ile bizdeki aydınların savrulduğu nokta aşağı yukarı aynı. Kitapta Borges’in ABD’de yaptığı konuşmalar yer alıyor. Arjantinli yazarın dinleyicilere bol bol Amerika’yı övme fırsatı elde ettiği konuşmalardaki yoğun entelektüel hava, edebî ortamlarda bulunmayı sevenler için bulunmaz bir fırsat. İşin bu tarafıyla ilgilenenlere kitabı hararetle tavsiye ederim. Kitaplar, şairler, yazarlar, kelimelerin farklı dillerdeki anlamları, ülkeler, şehirler ve Borges’in bazen çok kısa bazen de çok uzun cevapları okuyucuyu bambaşka dünyalara götürüyor.

Bu filme göz atın

ABD, bulunduğu kıtayı her zaman kendi malı gibi gördü ve kıtadaki kaynakların sahibi olmak için kontrol edebileceği yönetimler istedi. Bununla ilgili 2005 yılına ait bir belgeselden esinlenerek çekilen 2015 yapımı “Our Brand Is Crisis” (Kriz Bizim İşimiz) isimli film izlenebilir. Filmde ABD’nin Bolivya seçimlerine müdahalesi komedi unsurlarıyla normalleştiriliyor. İzleyici filmin ilk birkaç dakikasından itibaren “ABD’nin ne işi var Bolivya’da?” sorusunu sormayı unutuyor ve kendisini mücadelenin içinde buluyor. Klasik Hollywood oyunu deyip bu konuyu Arjantin’deki 1955 darbesine bağlıyorum…

Borges de tank sesiyle uyanmak isteyenlerden

1955’te; darbe yılındayız... Arjantin’de ilk olarak 1946’da göreve gelen Juan Peron, 1955 yılına kadar iktidarda kalır. 9 sene sonunda Peronizmden şikâyetçi olanların sayısı azımsanmayacak kadar fazladır. Asker, Amerika’nın omuz vermesiyle harekete geçer ve Peron’u devirip sürgüne gönderir. Darbe önemli bir kesim tarafından alkışlanır. Alkışlayanlardan biri de Jorge Louis Borges’tir. Görüldüğü gibi Borges de bizim anlı şanlı aydınlarımız gibi tank sesiyle uyanmaya pek meraklıdır. Askeri göreve getirebilmek için elinden geleni yapmış ve nihayetinde bunu başarmıştır. Üstelik bunun karşılığında Ulusal Kütüphane’nin müdürü olmuştur. Aynı Borges, 1976’daki darbeyi de alkışlayacaktır. Darbeyle uzaklaştırılan yönetimlerin uygulamalarını katmadan diyebilirim ki aradan geçen 21 yıl Borges’i demokrasiye pek yaklaştırmamış. Bu arada Şili’de 1973 yılında Salvador Allende’yi darbeyle devirip iktidarı ele geçiren Augusto Pinochet ile görüşmesi ve onun elinden ödül alması kayda değer notlardan bir diğeri. Borges’in ödül törenindeki şu sözleri ise gerçekten garip: “Şili özgürlüğünü geri kazandı. Arjantin de aynı yolu izlemeli.” Şili’deki darbenin CIA menşeli olduğu düşünüldüğünde Borges’in Pinochet sevgisinin kaynağını bulmak için çok uzaklara gitmeye gerek kalmıyor.

Borges, cevaplarıyla, politikayla işi olmadığını sürekli tekrarlıyor. Oysa Borges’in başından sonuna kadar politikanın içinde olduğu apaçık ortada. 1976 yılının mart ayında Indiana Üniversitesi’nde katıldığı programda bir dinleyicinin Buenos Aires ile ilgili sorduğu soruya verdiği cevap delillerden sadece bir tanesi. Olan bitenin kendisini üzdüğünü, ülkesinin çökmekte olduğunu belirten yazar, her şeye rağmen ülkesini çok sevdiğini söylüyor. Bu konuşmanın günü tam olarak belirtilmemiş ancak o ay Arjantin ordusu yönetime bir kez daha el koyacak ve muhtemelen Borges’in acılarına son verecekti.

Kendi halkına dev, Amerikan halkına cüce

Borges, ülkesi dünyanın batısında olsa da halkını Batılı değerlerden uzakta görmekteydi. “Siz etik bir insan mısınız?” sorusuna verdiği cevap Borges’in insanına olan bakışını öyle güzel anlatıyor ki… Temelde etik bir insan olduğunu belirten yazar, ülkesindeki insanların ahlâka pek yakınlık duymadığını rahatça söyleyebiliyor. Ona göre Amerikalılar Arjantinlilerden daha ahlâklı. Burada şaşırtıcı biçimde Vietnam örneğini vermiş ve bunun ülkesinde etik noktasından değil kazanç noktasından değerlendirileceğini öne sürmüş. Fakat Amerikan kamuoyundaki Vietnam tartışması biraz farklıydı. Ülke kamuoyundaki tepkinin ABD bayraklarına sarılı tabutların peş peşe gelmesiyle arttığını görmek gerekir. Borges, kendi halkına karşı devleşirken Amerikan halkına karşı cüceleşiyor.

Borges’in 1982’deki Falkland Savaşı’yla ilgili fikrini artık tahmin ediyorsunuzdur. Kitabın editörü Willis Barnstone, “Sonsöz”de onun bu savaşa bakışını anlatır. Borges, 600’den fazla Arjantin askerinin öldüğü bu savaşla ilgili olarak şu ifadeyi kullanıyor: “Falkland Adaları Savaşı iki kelin tarak kavgasıdır.” ABD, savaşın başında tarafsız kalacağını deklare etmesine rağmen bunu daha fazla sürdüremedi ve NATO müttefiki İngiltere’ye açık destek verdi. Borges’in ABD’nin izlediği politikanın karşısında yer almasını zaten beklemiyordum da en azından kendi ülkesine biraz daha yakınlık gösterir zannediyordum. Türkiye’de de savunma sanayiinde atılımlar yapıldıkça “savaşa hayır” diyenler ya da terörle mücadelede başarılar kazanıldıkça “savaş bir halk sağlığı sorunudur” diyenler çıkıyor. Böyle aydın! görüşlerine daha az şaşırmalıyım.

Biraz da övgü

Jorge Louis Borges gerçekten bu kadar kötü biri miydi? Şimdiye kadar anlattıklarım onun hep olumsuz taraflarını yansıttı. Hiç mi iyi tarafı yok? Biz bu kişiyi kötü mü hatırlamalıyız? İsrail’e ve Yahudiliğe bakışından önce onun iyi bir tarafını anlatmak isterim. Aileden gelen bir rahatsızlıkla görme yetisini kaybeden Borges, körlüğünün kalıtsal olduğunu söylüyor ve şöyle anlatıyor: “Babam ölürken kördü ve gülümsüyordu. Babaannem de ölürken kördü ve gülümsüyordu. Büyük dedem de öldüğünde kördü. Gülümseyip gülümsemediğini bilmiyorum.” Hemen sonra ise şunları söylüyor: “Körleştiğimi çok yavaş fark ettiğim için öyle müthiş sarsıldığım bir an yaşamadım. Körlük ağır inen bir yaz alacakaranlığı gibi geldi. O sıralar Ulusal Kütüphane’nin başkütüphanecisiydim ve harfsiz kitaplarla kuşatılmış olduğumun ayırdına varmaya başladım. Sonra dostlarım yüzlerini yitirdi. Sonra da aynada kimsenin olmadığını fark ettim. Sonra her şey belli belirsizleşti, şimdi yalnızca beyaz ve griyi seçebiliyorum. Ama iki renk bana yasak; siyah ve kırmızı. Siyah ve kırmızıyı kahverengi olarak görüyorum.” Alıntı yaptığım bölüm kitabın bana göre en etkileyici yeri. Kör olmuş bir adamın ilk zamanlarını birinci ağızdan okuduk. Bu kısmı özellikle aldım ki Borges’i dövmeye gelmediğim belli olsun. Ayrıca Borges’in körlüğüne rağmen üretme arzusu ve neredeyse son nefesini verene kadar bunu gerçekleştirmesi de takdire şayan.

“Yahudi olmak için ne mümkünse yaptım”

Şimdi sıra geldi onun İsrail’e ve Yahudiliğe bakışına… Bir dinleyicinin “Yahudiliğe duyduğunuz ilgiden söz eder misiniz?” şeklindeki sorusunu Yahudilere çok şey borçlu olduğunu söyleyerek cevaplıyor. Devamında daha da ilginç bir başka ifade kullanıyor ve şunu söylüyor: “Yahudi olmak için ne mümkünse yaptım, başaramamış olsam da.” Herhâlde mevcut Arjantin Devlet Başkanı Javier Milei’nin Yahudi hayranlığının kökü burada. Onun Borges’in izinden gittiği, İsrail ve Yahudi hayranlığının buradan geldiği söylenir. Borges’in 1966’da İsrail’in ilk Başbakanı David Ben Gurion’a yazdığı bir de mektup var. Mektuptaki şu ifadeler hakkında daha fazla fikir veriyor:

“Belki de takdire şayan insanlarınız için her zaman hissettiğim yakınlığı görmezden gelmiyorsunuz. Hepimizin Yunan ve İbrani olduğuna inanıyorum.” Yunan ve İbrani teorisini kitapta da görüyoruz. İlgili soruya verdiği cevap ise şöyle: “Sanırım ben bir ölçüde Yahudiyim. (…) Biz Batı’dakilerin, Yunan ve İbrani olduğunu söyleyebilirim. İki ana ülke, Yunanistan ve İsrail’dir. Sonuçta Roma, Yunanistan’ın bir uzantısından başka bir şey değil.” Borges’in gözünden dünya tarihi yazılacak olsaydı dünyada iki millet kalırdı herhalde. Buradan şunu anlıyoruz ki Borges, 80 yaşında da aynı iddiayı seslendirmekten vazgeçmemiş. Borges ayrıca 1969 ve 1971 yıllarında İsrail’i iki kez ziyaret etti. İlk ziyaretinde Ben Gurion’la olan dostluğundan ötürü hükûmetin resmî konuğu olarak ağırlandı. 1971’deki ziyaretinde ise İsrail’in verdiği en yüksek edebiyat ödülü olan Kudüs Ödülü’nü aldı. Orada çeşitli panel ve ortamlarda yaptığı konuşmalarda bol bol İsrail’i ve Yahudiliği övdü. Ancak Yahudilik öğretisine uygun olarak yaşamının sonuna kadar sempatizan olmaktan öteye gidemedi.