Son yıllarda giyim, kuşam, yeme ve içme alışkanlıklarında önemli değişimler oldu. Cadde ve sokaklarda yeni bir insan tipiyle karşı karşıyayız. Eskiden İstanbul’un en kalabalık caddesi İstiklal’de yürürken kimin Türk kimin yabancı olduğunu anlardınız. Şimdi artık at izi it izine karışmış durumda. Bu uç bir örnek diyebilirsiniz. Haklısınız. İstiklal Caddesi kimliksizliğin zirvesi olsa da değişik oranlarda ülkemizin her yerinde aynı durum yaşanmaktadır.

Eskiden mahalle aralarında kahveler emekli ve işsizlerin sosyalleşme mekânıydı. Yine kısmen aynı durum korunsa da kahveler “cafe"ye dönüşmeye başladı. Şehirlerde açılan AVM’lerde, cadde köşelerinde zincir cafelerin yanı sıra bağımsız yerlerde genç müşterilerle dolup taşıyor. Çay nesli yerini kahve nesline bıraktı. Çaycıların pabucu dama atılmak üzere… Bu sadece bir mekân değişimi anlamına gelmiyor, aynı zamanda hayat biçimimizin de değiştiğinin göstergesidir.

Kahvehanelerin ana ürünü çay, cafelerin ise kahvedir. Adı kahve olsa da ürünün çay olması ne kadar tezat bir durumsa, bizden aldıkları kahveyi bize “cafe” diye kabul ettirenlere şapka çıkarmak gerekir. Çayın ülkemize girişi 19. yüzyılın sonlarında olmakla beraber yaygınlaşması Rize’de çay ekimiyle 1940’lı yıllarda başlamıştır. Çayın uzun geçmişi olmamakla beraber üretim ve tüketiminde dünyanın önemli ülkelerinden birisiyiz. Hatta tüketiminde dünya birincisiyiz. İnce belli cam bardakta kan kırmızı çaya kendimizi kaptırmış durumdayken kahve kuşağı kimyamızı bozdu.

Çaya ismini veren Çin’de bin 500 çeşit üründen söz ediliyor. Yıllar önce Pekin’de bir satış yerinde yüzlerce çay çeşidinin bulunduğu bir mağazada görkemli çay tatma merasimine katıldım. Oldukça pahalı, sıcak suda çiçek açan çaylardan satın almıştım. İçme farkı nedeniyle memleketim Erzurum’un kıtlama çayını unutmayalım. Tahta kaplarda kerpetenle kırılan şeker kıymıklarıyla içilen çayın lezzeti bir başka idi. Bir kıymık şekerle 10 bardak çay içen adamlar kalmadığı gibi artık o şekerler de yok. Uzun zamandır mahalle kahvelerine girmedim; muhabbetin şekli de değişti mi acaba?

Kahve, anavatanı Habeşistan'da (Etiyopya) keçilerin bir bitkiyi yediklerinde keyiflenip canlandıklarına şahit olmalarından ilham alan çobanlar tarafından keşfedilmiş. Kahvenin vatanı Habeşistan olsa da içiminin başladığı yer olarak Arabistan ve Yemen biliniyor. Demek ki o yüzden bizde “Kahve Yemen’den gelir” diye bir Türkü de var. Osmanlı Devlet’inde ilk kahvehaneyi Kapalıçarşı’da iki Suriyeli açmış. Çok yaygınlaşınca zararlı olduğu gerekçesiyle Şeyhülislam Ebussud Efendi’nin fetvası ile yasaklanmış ama yaygınlaşmasının önüne geçilememiş. Osmanlı’da kahve üretilmese de Türk kahvesi yapılış tarzı itibariyle dünyada en önemli içeceklerden birisi olarak yerini koruyor.

Kahve Avrupa’ya Osmanlı’dan geçmiş. II. Viyana Savaş’ından sonra esir düşen Türk askerleri sayesinde yaygınlaştığı biliniyor. Almanya Wüzburg’da esir kampında kahve içen Türk esirlerin kahve kokuları şehre yayılmış. Şehrin yöneticisi esirlerin başındaki Mehmet Ali Paşa’yı çağırarak “Bu içtiğiniz nedir?” diye sormuş. Türk kahvesi olduğunu öğrenince kendisine de ikram edilmiş. Sonra Saraybosna’ya kahve yapımını öğrenmek üzere insanlar gönderilmiş. Avrupa’nın her yerinde bu tür hikâyeler duyarsınız.

Ülkemizde kahvenin yeniden yaygınlaşması aynı zamanda bir kültür değişimidir. Dünyanın her yerinde tüketiminin arttığı bir içecek olarak varlığını sürdürüyor.