Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesinde öğrenci iken “Kamusal İlişkiler” adlı dersimize Prof. Dr. Cemal Mıhçıoğlu hoca gelirdi. Hoca, Amerikalı akademisyenlerin yazdığı “Kamu Yönetimi” kitabını Türkçeye çevirmiş, ders kitabı olarak okutuyordu. Bu kitabın çevirisinde, yüzde 97’lik öz Türkçe derecesine ulaştığını övünerek ifade ederdi. Çeviride İngilizce, Fransızca, Arapça ve Farsça kökenli kelime yok… Nasıl bir kitap ortaya çıktığını tahmin edin. Öz Türkçe karşılığını bulamadığı kelimeler için de yeni kelimeler uydurmuştu. Kitabın anlaşılması için sonuna kocaman bir sözlük eklemişti. Ayların, günlerin adlarını değiştirmişti. Sınavlarda “ve”, “veya” kullanmak yasaktı. Bunların yerine “ya”, “ya da” kullanıyordu. Hocanın kendisi, konuşmalarında tabiri caizse yok etmek istediği kelimelerden cümleler kuruyordu. Bir gün bir arkadaş “Hocam, ‘Ve Tanrı Adem’i yarattı.’ cümlesindeki ‘ve’nin yerine ‘ya’ koyabilir miyiz?” diye sorunca kızmıştı. Maalesef dört yıl boyunca bütünlemeye kaldığım az sayıda derslerden birisi de Cemal hocanın dersiydi.

Cemal hocayı sadece örnek olsun diye verdim. Her üniversitede nice Cemaller vardı. Medeniyet dili hâline gelmiş Türkçemiz bu ifratla tefrit arasında kabile dili olmaya mahkûm ediliyordu. Türk Dil Kurumunun öncülüğünde o dönem yaşanan sadece dili sadeleştirmek değildi. Manevi alanla irtibatını kopararak seküler bir dil ve seküler bir nesil yetiştirmekti amaç. Akademinin ve yayın dünyasının bir kısmı bu işi sıkı takip ediyordu. Öz Türkçe varlığını en çok tercüme kitaplarda gösteriyordu. Okuduğum kitapları anlamakta nasıl zorlanırdım bilemezsiniz. Dünyanın önemli yazarlarının kitaplarını tercüme eden koca koca yayınevlerinin kitaplarını okumak âdeta işkence çekmek gibi bir şeydi. Hatta bir dönem “Galiba benim seviyem bu kitapları anlamaya yeterli değil.” diyerek okumayı bıraktım.

Bir yazar arkadaşım meşhur Simyacı kitabını okuyunca bir şeyi fark ediyor. Kitabın çevirmenini arıyor ve “Hocam, kitapta yüksek kulelere çıkıp şarkı söyleyen din adamlarından, diz çöküp alınlarını yere vuran insanlardan söz ediliyor. ‘Kule’ dediğin minare, ‘şarkı’ dediğin ezan, ‘alınlarını toprağa koyarak yaptıkları’ namaz. Asıl metin mi böyle yoksa siz mi öyle çevirdiniz?” diye soruyor. Yazarın ifadesi ilginç; “Gericilere malzeme verecek çeviriyi asla yapmam.” benzeri bir cevap veriyor. Uzun yıllar önce okuduğum Simyacı kitabının metnini buldum ve işte size bir tercüme örneği; kararı siz verin!

"Ne tuhaf bir memleket şu Afrika!" diye düşündü delikanlı. Kentin daracık sokaklarında dolaşırken gördüğü öteki kahvehanelere benzeyen bir kahveye oturmuştu. İnsanlar, ağızdan ağza dolaştırdıkları devsel pipolar içiyorlardı. Birkaç saat içinde, el ele tutuşarak dolaşan erkekler, yüzleri peçeli kadınlar, yüksek kulelerin tepesine çıkıp şarkı söyleyen din adamları, bunların çevresinde de diz çöküp alınlarını yere vuran insanlar görmüştü.”

Doğu etkisinden kurtararak millîleştirdiğimiz dilimizi emperyalistlerin kucağına itiyoruz, anlayacağınız.

Dilimize önce Fransızca sonra İngilizce musallat oldu. Küreselleşme, İngilizceyi dünya dili hâline getirdi. Teknolojik buluşların büyük çoğunluğu İngilizce kavramsallaştırılınca dünyanın her yerinde bunlar kullanılmaya başlandı.

Bilim, Batı’yı taklit eder de vatandaş geri durur mu? Caddelerde yabancı dilde tabelalardan geçilmiyor. Marka olmanın yolunun yabancı bir isim bulmaktan geçtiğine inanan iş dünyası, taklidin dozajını epey artırdı.

Bir gün güzel Türkçemizin düştüğü hâli düşünür de titreyip kendimize geliriz umuduyla bekleşiyoruz, ne güzel!